ATATÜRK KÖŞESİ
MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ ÜN HAYATI
Mustafa Kemal Atatürk 1881 yılında Selânik’te Kocakasım Mahallesi, Islâhhâne Caddesi’ndeki üç katlı pembe evde doğdu.
Babası Ali Rıza Efendi, annesi Zübeyde Hanım’dır. Baba tarafından dedesi Hafız Ahmet Efendi XIV-XV. yüzyıllarda Konya ve Aydın’dan Makedonya’ya yerleştirilmiş Kocacık Yörüklerindendir. Annesi Zübeyde Hanım ise Selânik yakınlarındaki Langaza kasabasına yerleşmiş eski bir Türk ailesinin kızıdır. Milis subaylığı, evkaf katipliği ve kereste ticareti yapan Ali Rıza Efendi, 1871 yılında Zübeyde Hanım’la evlendi. Atatürk’ün beş kardeşinden dördü küçük yaşlarda öldü, sadece Makbule (Atadan) 1956 yılına değin yaşadı.
Küçük Mustafa öğrenim çağına gelince Hafız Mehmet Efendi’nin mahalle mektebinde öğrenime başladı, sonra babasının isteğiyle Şemsi Efendi Mektebi’ne geçti. Bu sırada babasını kaybetti (1888). Bir süre Rapla Çiftliği’nde dayısının yanında kaldıktan sonra Selânik’e dönüp okulunu bitirdi. Selânik Mülkiye Rüştiyesi’ne kaydoldu. Kısa bir süre sonra 1893 yılında Askeri Rüştiye’ye girdi. Bu okulda Matematik öğretmeni Mustafa Bey adına “Kemal” i ilave etti. 1896-1899 yıllarında Manastır Askeri İdâdi’sini bitirip, İstanbul’da Harp Okulunda öğrenime başladı. 1902 yılında teğmen rütbesiyle mezun oldu. Harp Akademisi’ne devam etti. 11 Ocak 1905’te yüzbaşı rütbesiyle Akademi’yi tamamladı. 1905-1907 yılları arasında Şam’da 5. Ordu emrinde görev yaptı. 1907’de Kolağası (Kıdemli Yüzbaşı) oldu. Manastır’a III. Ordu’ya atandı. 19 Nisan 1909’da İstanbul’a giren Hareket Ordusu’nda Kurmay Başkanı olarak görev aldı. 1910 yılında Fransa’ya gönderildi. Picardie Manevraları’na katıldı. 1911 yılında İstanbul’da Genel Kurmay Başkanlığı emrinde çalışmaya başladı.
1911 yılında İtalyanların Trablusgarp’a hücumu ile başlayan savaşta, Mustafa Kemal bir grup arkadaşıyla birlikte Tobruk ve Derne bölgesinde görev aldı. 22 Aralık 1911’de İtalyanlara karşı Tobruk Savaşını kazandı. 6 Mart 1912’de Derne Komutanlığına getirildi.
Ekim 1912’de Balkan Savaşı başlayınca Mustafa Kemal Gelibolu ve Bolayır’daki birliklerle savaşa katıldı. Dimetoka ve Edirne’nin geri alınışında büyük hizmetleri görüldü. 1913 yılında Sofya Ateşemiliterliğine atandı. Bu görevde iken 1914 yılında yarbaylığa yükseldi. Ateşemiliterlik görevi Ocak 1915’te sona erdi. Bu sırada I. Dünya Savaşı başlamış, Osmanlı İmparatorluğu savaşa girmek zorunda kalmıştı. Mustafa Kemal 19. Tümeni kurmak üzere Tekirdağ’da görevlendirildi.
1914 yılında başlayan I. Dünya Savaşı’nda, Mustafa Kemal Çanakkale’de bir kahramanlık destanı yazıp İtilaf Devletlerine “Çanakkale geçilmez! ” dedirtti. 18 Mart 1915’te Çanakkale Boğazını geçmeye kalkan İngiliz ve Fransız donanması ağır kayıplar verince Gelibolu Yarımadası’na asker çıkarmaya karar verdiler. 25 Nisan 1915’te Arıburnu’na çıkan düşman kuvvetlerini, Mustafa Kemal’in komuta ettiği 19. Tümen Conkbayırı’nda durdurdu. Mustafa Kemal, bu başarı üzerine albaylığa yükseldi. İngilizler 6-7 Ağustos 1915’te Arıburnu’nda tekrar taarruza geçti. Anafartalar Grubu Komutanı Mustafa Kemal 9-10 Ağustos’ta Anafartalar Zaferini kazandı. Bu zaferi 17 Ağustos’ta Kireçtepe, 21 Ağustos’ta II. Anafartalar zaferleri takip etti. Çanakkale Savaşlarında yaklaşık 253.000 şehit veren Türk ulusu onurunu İtilaf Devletlerine karşı korumasını bilmiştir. Mustafa Kemal’in askerlerine “Ben size taarruzu emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum!” emri cephenin kaderini değiştirmiştir.
Mustafa Kemal Çanakkale Savaşları’dan sonra 1916’da Edirne ve Diyarbakır’da görev aldı. 1 Nisan 1916’da tümgeneralliğe yükseldi. Rus kuvvetleriyle savaşarak Muş ve Bitlis’in geri alınmasını sağladı. Şam ve Halep’teki kısa süreli görevlerinden sonra 1917’de İstanbul’a geldi. Velihat Vahidettin Efendi’yle Almanya’ya giderek cephede incelemelerde bulundu. Bu seyehatten sonra hastalandı. Viyana ve Karisbad’a giderek tedavi oldu. 15 Ağustos 1918’de Halep’e 7. Ordu Komutanı olarak döndü. Bu cephede İngiliz kuvvetlerine karşı başarılı savunma savaşları yaptı. Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından bir gün sonra, 31 Ekim 1918’de Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığına getirildi. Bu ordunun kaldırılması üzerine 13 Kasım 1918’de İstanbul’a gelip Harbiye Nezâreti’nde (Bakanlığında) göreve başladı.
Mondros Mütarekesi’nden sonra İtilaf Devletleri’nin Osmanlı ordularını işgale başlamaları üzerine; Mustafa Kemal 9. Ordu Müfettişi olarak 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktı. 22 Haziran 1919’da Amasya’da yayımladığı genelgeyle “Milletin istiklâlini yine milletin azim ve kararının kurtaracağını ” ilan edip Sivas Kongresi’ni toplantıya çağırdı. 23 Temmuz – 7 Ağustos 1919 tarihleri arasında Erzurum, 4 – 11 Eylül 1919 tarihleri arasında da Sivas Kongresi’ni toplayarak vatanın kurtuluşu için izlenecek yolun belirlenmesini sağladı. 27 Aralık 1919’da Ankara’da heyecanla karşılandı. 23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılmasıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması yolunda önemli bir adım atılmış oldu. Meclis ve Hükümet Başkanlığına Mustafa Kemal seçildi Türkiye Büyük Millet Meclisi, Kurtuluş Savaşı’nın başarıyla sonuçlanması için gerekli yasaları kabul edip uygulamaya başladı.
Türk Kurtuluş Savaşı 15 Mayıs 1919’da Yunanlıların İzmir’I işgali sırasında düşmana ilk kurşunun atılmasıyla başladı. 10 Ağustos 1920 tarihinde Sevr Antlaşması’nı imzalayarak aralarında Osmanlı İmparatorluğu’nu paylaşan I. Dünya Savaşı’nın galip devletlerine karşı önce Kuvâ-yi Milliye adı verilen milis kuvvetleriyle savaşıldı. Türkiye Büyük Millet Meclisi düzenli orduyu kurdu, Kuvâ-yi Milliye – ordu bütünleşmesini sağlayarak savaşı zaferle sonuçlandırdı.
Mustafa Kemal yönetimindeki Türk Kurtuluş Savaşının önemli aşamaları şunlardır:
• Sarıkamış (20 Eylül 1920),
• Kars (30 Ekim 1920) ve
• Gümrü’nün (7 Kasım 1920) kurtarılışı.
• Çukurova, Gazi Antep, Kahraman Maraş Şanlı Urfa savunmaları (1919- 1921)
• I. İnönü Zaferi (6 -10 Ocak 1921)
• II. İnönü Zaferi (23 Mart-1 Nisan 1921)
• Sakarya Zaferi (23 Ağustos-13 Eylül 1921)
• Büyük Taarruz,
• Başkomutan Meydan Muhaberesi ve Büyük Zafer (26 Ağustos 9 Eylül 1922)
Sakarya Zaferinden sonra 19 Eylül 1921’de Türkiye Büyük Millet Meclisi Mustafa Kemal’e Mareşal rütbesi ve Gazi unvanını verdi. Kurtuluş Savaşı, 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması’yla sonuçlandı. Böylece Sevr Antlaşması’yla paramparça edilen, Türklere 5-6 il büyüklüğünde vatan bırakılan Türkiye toprakları üzerinde ulusal birliğe dayalı yeni Türk devletinin kurulması için hiçbir engel kalmadı.
23 Nisan 1920’de Ankara’da TBMM’nin açılmasıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu müjdelenmiştir. Meclisin Türk Kurtuluş Savaşı’nı başarıyla yönetmesi, yeni Türk devletinin kuruluşunu hızlandırdı.
1 Kasım 1922’de hilâfet ve saltanat birbirinden ayrıldı, saltanat kaldırıldı. Böylece Osmanlı İmparatorluğu’yla yönetim bağları koparıldı.
29 Ekim 1923’te Cumhuriyet idaresi kabul edildi, Atatürk oybirliğiyle ilk cumhurbaşkanı seçildi. 30 Ekim 1923 günü İsmet İnönü tarafından Cumhuriyet’in ilk hükümeti kuruldu. Türkiye Cumhuriyeti, “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ve “Yurtta barış cihanda barış” temelleri üzerinde yükselmeye başladı.
Soyadı Kanunu gereğince, 24 Kasım 1934’de TBMM’nce Mustafa Kemal’e “Atatürk” soyadı verildi. Atatürk, 24 Nisan 1920 ve 13 Ağustos 1923 tarihlerinde TBMM Başkanlığına seçildi. 29 Ekim 1923 yılında Cumhuriyet ilan edildi ve Atatürk ilk cumhurbaşkanı seçildi. Anayasa gereğince dört yılda bir cumhurbaşkanlığı seçimleri yenilendi. 1927, 1931, 1935 yıllarında TBMM Atatürk’ü yeniden cumhurbaşkanlığına seçti.
Atatürk sık sık yurt gezilerine çıkarak devlet çalışmalarını yerinde denetledi. İlgililere aksayan yönlerle ilgili emirler verdi. Cumhurbaşkanı sıfatıyla Türkiye’yi ziyaret eden yabancı ülke devlet başkanlarını, başbakanlarını, bakanlarını komutanlarını ağırladı. 15-20 Ekim 1927 tarihinde Kurtuluş Savaşı’nı ve Cumhuriyet’in kuruluşunu anlatan büyük nutkunu, 29 Ekim 1933 tarihinde de 10. Yıl Nutku’nu okudu.
Atatürk özel yaşamında sadelik içinde yaşadı. 29 Ocak 1923’de Latife Hanımla evlendi. Birçok yurt gezisine birlikte çıktılar. Bu evlilik 5 Ağustos 1925 tarihine dek sürdü. Çocukları çok seven Atatürk Afet (İnan), Sabiha (Gökçen), Fikriye, Ülkü, Nebile, Rukiye, Zehra adlı kızları ve Mustafa adlı çobanı manevi evlat edindi. Abdurrahim ve İhsan adlı çocukları himayesine aldı. Yaşayanlarına iyi bir gelecek hazırladı.
1937 yılında çiftliklerini hazineye, bir kısım taşınmazlarını da Ankara ve Bursa Belediyelerine bağışladı. Mirasından kız kardeşine, manevi evlatlarına, Türk Dil ve Tarih Kurumlarına pay ayırdı. Kitap okumayı, müzik dinlemeyi, dans etmeyi, ata binmeyi ve yüzmeyi çok severdi. Zeybek oyunlarına, güreşe, Rumeli türkülerine aşırı ilgisi vardı. Tavla ve bilardo oynamaktan büyük keyif alırdı. Sakarya adlı atıyla, köpeği Fox’a çok değer verirdi. Zengin bir kitaplık oluşturmuştu. Akşam yemeklerine devlet ve bilim adamlarını, sanatçıları davet eder, ülkenin sorunlarını tartışırdı. Temiz ve düzenli giyinmeye özen gösterirdi. Doğayı çok severdi. Sık sık Atatürk Orman Çiftliği’ne gider, çalışmalara bizzat katılırdı.
Fransızca ve Almanca biliyordu. 10 Kasım 1938 saat 9.05’te yakalandığı siroz hastalığından kurtulamayarak İstanbul’da Dolmabahçe Sarayı’nda hayata gözlerini yumdu. Cenazesi 21 Kasım 1938 günü törenle geçici istirahatgâhı olan Ankara Etnografya Müzesi’nde toprağa verildi. Anıtkabir yapıldıktan sonra nâşı görkemli bir törenle 10 Kasım 1953 günü ebedi istirahatgâhına gömüldü.
Kronolojik Sırayla Hayatı ….
1881 – Atatürk’ün doğumu
1893 – Askeri rüştiyeye öğrenci oluşu
1899 – Harbiye’ye geçişi
1902 – Erkan-ı Harbiye’ye girişi
1906 – Üç dört arkadaşıyla Şam’da gizli olarak “Vatan ve Hürriyet” adındaki cemiyeti kurması ve aynı yılda Selanik’e geçerek aynı cemiyetin şubesini açması
1907 – Askeri rütbesi kolağası oluşu ve yine aynı yıl içinde görevinin Makedonya’daki 3. Orduya nakli, Cemiyetinin Merkezi Selanik’te İttihat ve Terakki Cemiyeti ile birleşmesi
23 Temmuz 1908 – Yukarıdaki gizli ve siyasi faaliyetlerinin sonucu 2. Meşrutiyetin, padişah Abdulhamit’e kabul ve ilan ettirilmesi
13 Nisan 1909 – İstibdat taraftarlarının yeni rejime karşı ayaklanmaları Rumeli’den bunları bastırmak için yola çıkan Hareket Ordusunun Kurmay Yüzbaşkanlığına deruhte etmesi ve bu ayaklanma da önemli bastırıcı rol oynaması
1911 – Trablusgarb savaşına iştirak etmesi ve oradaki kuvvetlerimizin Kurmaylığını üzerine alması. Bu arada rütbesinin binbaşılığa yükseltilmesi
24 Ekim 1912 – Balkan Savaşının başlaması üzerine İstanbul’a dönmesi ve Bolayır’da toplanmış olan kuvvetlerimizin hareket şubesi müdürlüğüne tayin edilmesi
27 Ekim 1913 – Sofya Ataşelikleri görevlerinin uhdesinde toplanması bu arada rütbesinin yarbaylığa yükselmesi
2 Şubat 1915 – Tekirdağ’da kurulması kararlaştırılan yeni bir tümenin komutanlığına tayini. Onun teşkil ettiği ve 19. Tümen adını alan bu tümen Çanakkale savaşlarında parlak başarılar göstermiştir
1 Haziran 1915 – Çanakkale savaşlarında gösterdiği büyük başarılardan dolayı rütbesi albaylığa yükseldi
1 Nisan 1916 – Çanakkale savaşları zaferlerimizle bittiğinden Diyarbakır’daki kolordunun komutanlığına tayin edilmiştir. Oraya giderken de rütbesi generalliğe yükseltildi
6-7 Ağustos 1916 – Rusların Diyarbakır istikametindeki taarruzlarını kırarak Bitlis ve Muş’u düşman işgalinden kurtardı. Bu başarısı üzerine 2. Ordu komutanlığına atandı.
31 Ekim 1918 – Mondros Mütarekesini müteakip Yıldırım Orduları Grubu Başkomutanlığını devir alması.
16 Mayıs 1919 – Acı mütareke günlerinin bir kısmını çok üzgün olarak geçirdiği İstanbul’dan 3. Ordu Müfettişliği göreviyle Bandırma vapuruyla geçti.
19 Mayıs 1919 – Kurtuluş Savaşının başlangıç noktası olan Samsun’a çıkmaları.
21 Mayıs 1919 – Erzurum’daki 15.Kolordu Komutanı Kazım Karabekir Paşa ile temas etmesi
23 Mayıs 1919 – Ankara’daki 20. Kolordu Komutanı Ali Fuat Paşa ile temas etmesi
28 Mayıs 1919 – Türk Milletini işgallere protesto için mitingler yapmaya davet etmesi
3 Haziran 1919 – Doğu vilayetlerinde bir Ermeni Hükümetinin kurulması ve İngiliz himayesi fikirlerine muarız olduğunu beyan etmesi
21 Haziran 1919 – Yurdun bağımsızlığını kurmak için Türk Milletini kendisiyle birlikte çalışmaya davet eden tarihi beyannameyi yayınlaması
8-9 Temmuz 1919 – Erzurum’dan askeri görev ve askerlik mesleğinden istifa ettiğini İstanbul Hükümetine bildirmesi
23 Temmuz 1919 – Başkanlığını yaptığı Erzurum Kongresinde millet iradesine dayanan bir millet meclisiyle kuvvetini, gene millet iradesiyle oluşan bir hükümetin kurulması lüzumunu ilk hedef olarak ilan etmesi.
4 Eylül 1919 – Sivas Kongresinde yurdun muhtelif bölgelerinde kurulmuş olan müdafaa cemiyetlerini Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adı altında birleştirip bütün millet kuvvetlerini bir elde idare etmek imkanını sağlaması
11 Eylül 1919 – Çalışmalarını bitiren Sivas Kongresi delegeleri tarafından seçilen Temsil Heyeti Başkanlığına getirilmesi
15 Eylül 1919 – Temsil Heyeti, Türk Milletinin yetkili makamı olarak ilan edildi
7 Aralık 1920 – Temsil Heyeti ile birlikte Ankara’ya yerleşmesi ve bu şehri milli harekatın merkezi yapması
23 Nisan 1920 – Ankara’da Büyük Millet Meclisinin törenle açılması ve bu meclise başkan seçilmesi
20 Ocak 1920 – “Egemenlik Kayıtsız, Şartsız Milletindir” idare usulü halkın mukadderatını bilfiil elinde tutulması esasına dayanır, kayıtlarını taşıyan ilk demokratik Anayasayı Meclise kabul ettirmesi.
5 Ağustos 1921 – İlerleyen Yunan Taarruzu karşısında T.B.M.M. O’na Başkumandanlık görevini verdi.
19 Eylül 1921 – Sakarya Zaferinden altı gün sonra T.B.M. Meclisinin çıkardığı bir kanunla Mareşallik rütbesi ve Gazilik unvanı verildi.
27-28 Eylül 1922 – Gecesi büyük taarruz savaşının planlarını hazırladı.
26 Ağustos 1922 – Cumartesi sabahı Kocatepe’den büyük taarruz emrini verdi.
30 Ağustos 1922 – Dumlupınar’da ateş hatları arasında idare ettiği Başkomutanlık Meydan Muharebesini kazandı.
1 Eylül 1922 – Muzaffer Türk Ordularına “İLK HEDEFİNİZ AKDENİZDİR İLERİ” emrini verdi
10 Eylül 1922 – Halkın çılgınca alkışları arasında İzmir’e girdi
2 Ekim 1922 – Ankara’ya dönüşlerinde eşsiz merasimle karşılanmışlardır
1 Kasım 1922 – Saltanatın kaldırılmasını temin eden Kanunu Meclis karşısında müdafaa kabul ettirmiştir
29 Ekim 1923 – 20:30 da “CUMHURİYET” ilan edilmiş ve Türkiye’nin ilk Cumhurbaşkanı seçilmiştir
3 Mart 1924 – Cumhuriyet rejiminin Türkiye’de kökleşip yerleşmesi için şart olan hilafetin kaldırılmasını sağlamıştır. Aynı yıl içerisinde medreseleri kapattırarak milli eğitim alanındaki birliği sağlama yolunu açmıştı. Gene bu suretle laik ve modern esaslara göre eğitim ve öğretim yapan müesseselerin kurulmasına zemin hazırlamıştır.
1 Mayıs 1924 – Orta Çağın dini hukuk geleneklerine göre çalışan Şer’iye mahkemelerini kaldırdı
26 Ağustos 1924 – Milli sermayeyi çoğaltmak özel teşebbüsleri teşvik ederek kurmak ve Türk bankacılığını geliştirmek amacıyla İş Bankasını kurdu.
5 Mayıs 1925 – Memlekette modern çiftçiliği geliştirmek maksadıyla yapılacak teşebbüslere bir örnek olmak üzere kendi parasıyla bir Orman Çiftliğini kurdurdu
1925 – Tekke, zaviye ve türbelerin kapatılması ile ilgili kanun kabul edilerek batıl inanç ve taassup yatakları ortadan kaldırıldı
25 Aralık 1925 – Medeni kıyafeti getirdi
26 Aralık 1925 – Miladi takvim ve modern saat ölçüsünü değiştiren kanun kabul edildi
17 Şubat 1926 – Türk Medeni Kanununun kabul edilmesiyle Türk milleti ümmet devrinden çağdaş medeniyete geçirildi
1 Kasım 1928 – Çıkarılan bir kanunla Türk Milletinin kolayca okuyup yazmasını temin edecek olan yeni Türk alfabesi kabul edildi.
12 Temmuz 1932 – Yüzyıllardan beri ihmal edilmiş olan Türk dilini geliştirmek ve bu gelişmeyi kolaylaştırmak için lüzumlu gördüğü Türk Dil Kurumunu meydana getirdi
1934 – Yılının kasım ayında Türk kadınına siyasi hakları tanıyan yasa çıkarıldı.
24 Kasım 1934 – Hayatı boyunca Türk Milletine yaptığı eşsiz hizmetler göz önüne alınarak her Türk vatandaşının bir soyadı aldığı sırada T.B.M.M. O’na ATATÜRK soyadını verdi.
1934 – Avrupa’da baş gösteren siyasi buhran karşısında Balkan Antantının kurulmasında en önemli rolü oynadı.
1936 – Montrö Antlaşması ile boğazların tahkiminin sağlanmasını temin etti.
1936 – Sadabat Paktıyla memleketimiz için gerekli güvenlik tedbirlerinin alınmasında nazım rol oynadı.
4 Temmuz 1938 – Türkiye’nin ayrılmaz bir parçası olan Hatay’ın bağımsız bir Türk devleti olmasını sağlamıştı ki bu vatan parçası ölümlerinden sonra Anavatan’a katılmak imkanını bu sayede buldu.
1938 – Yurt içinde her zaman yaptığı inceleme gezilerinin birinde hastalanmış bu rahatsızlığı Mayıs ayına kadar sürmüştü.
5 Eylül 1938 – Saraya gizlice çağırttığı bir notere vasiyetnamesini yazıp vermişti.
16 Ekim 1938 – Gittikçe ağırlaşan hastalığı karşısında günlük raporlar neşredilmesine başlanmıştı.
8 Kasım 1938 – Günü durumu çok ağırlaşmış ve neşredilen rapor üzerine bütün yurdu ağır bir acı kaplamıştı.
10 Kasım 1938 – Günü nihayet korkunç sonuç bütün acılığıyla gerçekleşmiş, Atatürk perşembe sabahı saat 9.05’te hayata gözlerini yummuştu.
ATATÜRKÇÜLÜK
Atatürkçülük, Türk milletinin aklın ve bilimin rehberliğinde ileri bir toplum olarak en kısa sürede çağdaş uygarlık düzeyine erişmesini, milletler ailesinin bağımsız, eşit ve şerefli bir üyesi olarak demokratik ve lâik kurallar içinde mutlu bir yaşam sürmesini amaçlayan, ilkeleri Türk toplumunun ihtiyaç ve isteklerinden doğmuş çağdaş bir düşünce sistemidir. Bu düşünce sistemine Atatürkçülük, Kemalizm, Atatürkizm, Atatürk Yolu, Atatürk İdeolojisi, Kemalist İdeoloji gibi çeşitli isimler verilmektedir. Ancak hangi kavram kullanılırsa kullanılsın, ifade edilmek istenen husus, Atatürk ilke ve inkılâplarının bütün halinde oluşturduğu düşünce sistemidir.
Atatürkçülük, çağdaşlaşma yolunda daimî bir atılımın, daimî bir gelişmenin içinde olmamızı gerektirmektedir. Bize bu gelişmeyi, bu ilerlemeyi hazırlayacak ortam ise, lâik devlet ve lâik toplum düzenidir. Bu sebepledir ki gelişen,ileriye giden bir Türkiye’de bütün ilerlemeler Atatürkçü düşünce ışığında, Atatürk ilke ve inkılâplarının kendisine zemin oluşturduğu lâik ve demokratik toplum düzeni içinde gerçekleşecektir. Çünkü uygarlık yolu budur; çünkü çağdaşlaşma yolu buradan geçmektedir.
Atatürkçü Düşünce Sistemi’nin Türk milleti için önemi ve değeri: Atatürkçü düşünce sistemi, aklın ve mantığın ışığında bugünün olduğu kadar yarının da gereklerine cevap verdiği, kendisini daima yenileyen çağdaş bir görüşü simgelediği içindir ki, zamanın seyri içinde her kuşağın kaçınılmaz hayat felsefesi, vazgeçilmez yaşam tarzı olarak değerini daima koruyacaktır. Çünkü zamanın gereklerine uymak, her çağda çağdaş kalabilmek Atatürkçülüğün amacıdır. İşte Atatürkçü düşünce sisteminin Türk milleti için önemi ve değeri, bu noktada düğümlenmektedir.
Atatürkçü Düşünce Sistemi’nin Kaynağı: Atatürkçü düşünce, memleket gerçeklerinden, Türk milletinin ihtiyaç ve isteklerinden ve nihayet Türk tarihinin yapraklarından kaynaklanmaktadır. Bu bakımdan, ferdî bir düşünce değil; millî vicdandan kopup gelen, milletimizin müşterek arzu ve eğilimlerinin simgesi olan bir düşüncedir. Hayatta en hakikî yol göstericinin ilim olduğunu kabul eden Atatürkçülük, akılcılığa ve bilime verdiği değer sebebiyledir ki çağdaşlaşma yolunda bugün olduğu gibi yarın da geçerliliğini koruyacaktır. Zira akıl, bilim ve teknik rehber alınmadıkça, onların kuralları ve yöntemleri benimsenmedikçe hiçbir alanda ilerlemekten söz edilemez. Onun içindir ki Büyük Önder: “Türk milletinin yürümekte olduğu ilerleme ve medeniyet yolunda, elinde ve kafasında tuttuğu meşale müspet ilimdir” direktifiyle bize yolumuzu göstermiş bulunmaktadır.
Atatürkçü Düşünce Sistemi’nin Özellikleri: Atatürkçü düşünce sisteminin en belirgin özelliği, aklın ve bilimin ışığında gelişmeye açık bir yön göstermesidir. Atatürk ilkelerini dogma halinden kurtaran, dogmatizm’den uzaklaştıran yönü, işte bu noktada düğümlenmektedir. Atatürkçü düşünce sistemine göre “Hayatta en hakikî yol gösterici ilimdir. İlim ve fennin dışında kılavuz aramak gaflettir, bilgisizliktir, doğru yoldan sapmaktır.” Nitekim Atatürk’ün şu sözleri, koyduğu düşünce sisteminin bu özelliğini bütün açıklığı ile vurgulamaktadır: “Ben manevî miras olarak hiçbir nasihat, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevî mirasım ilim ve akıldır. Benden sonra, beni benimsemek isteyenler, bu temel mihver üzerinde akıl ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse, manevî mirasçılarım olurlar”.İşte büyük Kurtarıcının, Atatürkçü düşünce sisteminin esasını belirleyen ölmez sözleri…
Kaynak : UTKAN KOCATÜRK – “ATATÜRK”
MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ ÜN BÜTÜNLEYİCİ İLKELERİ
Atatürk’ün bütünleyici ilkeleri, temel ilkelerini açıklayan ve uygulama alanlarını gösteren kavramlardır.
Ulusal Egemenlik
* Egemenlik yasa koyma, kural belirleme yetkisidir. Bu yetkinin bir kişide toplanmasına Monarşi, millette toplanmasına ise; Milli Egemenlik denir.
* Milli egemenlik karar alma yetkisinin bir kişi veya zümreye değil, millete ait olmasıdır.
* Ulusal egemenlik ulusal bağımsızlığı öngörür.
* Cumhuriyetçilik ilkesinin bütünleyicisidir.
Milli Birik ve Ülke Bütünlüğü
Bu kavram Erzurum Kongresi’nde ” Milli sınırlar içinde vatan bir bütündür, ayrıcalık kabul edilemez.” şeklinde ifade etmiştir.
* Devleti oluşturan millet, milletin oluştuğu topraklar ise vatandır. Bunlar birbirinden ayrı olamaz.
* Milliyetçilik İlkesinin bütünleyicisidir.
Özgürlük ve Bağımsızlık
* Bağımsızlık, bir ulusun başka bir ulusa bağlı olmama halidir.
* “Benim karakterim özgürlük ve bağımsızlıktır.”diyen ve millete önderlik yapan Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı ile siyasi, askeri, kültürel, hukuksal ve ekonomik alanlarda tam bağımsızlığı gerçekleştirebilmek için çaba göstermiştir.
* Türk dış politikası da bu anlayışa göre yürütülmüştür.
Yurtta Barış, Cihanda Barış
* Bu ilke; Yurt içinde huzur ve güven içinde yaşamayı amaçlarken, diğer taraftan da dünya barış ve güvenliğini hedef alır.
* “Yurtta Barış” Türk insanının güven içinde, insan onuruna yaraşır bir şekilde yaşamasını ifade eder.
* Atatürk’ün; “İnsanlığın hepsi bir vücut ve her millette onun bir uzvudur.” sözleri ile dünyanın ne kadar küçük olduğunu, dünyanın herhangi bir yerindeki huzursuzluğun bütün dünyayı etkileyeceğini ifade etmiştir.
Akılcılık ve Bilimsellik
Yeni Türk Devleti için hedefler belirleyen Atatürk;
* “Milletimizin siyasi ve sosyal hayatında, düşünce yapısında rehberimiz ilim ve fen olacaktır.” sözleriyle bilimin yol gösterici olduğunu vurgulamıştır.
* Bilimselliği öne çıkaran; akılcılık, insana düşünme ve doğruyu bulma yeteneğini kazandıran ilkedir.
* Akılcılık ve Bilimsellik Laiklik ilkesinin tamamlayıcısı olduğu gibi diğer temel ilkelerin de dayanağıdır.
Çağdaşçılık ve Batılılaşma
* Akıl ve bilime dayalı olarak, insanlığın yararına olan değişimleri ve düşünce yapısını benimsemektir.
* Türk Milletini çağdaş uygarlık düzeyine çıkarma çabasıdır.
* Batılılaşma batı toplumlarını taklit etmek değildir. Evrensel olanı ve bütün insanlığın malı olan ortak değerleri benimsemektir.
* Başta inkılapçılık olmak üzere bütün temel ilkelerin dayanağıdır.
MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ ÜN DEVRİMLERİ
Siyasal Devrimler
– Saltanatın Kaldırılması
Saltanatın ilgasına dair olan 1 Kasım 1922 tarihli kanunun metni şudur:
l – Teşkilâtı Esasiye kanunu ile Türkiye halkı, hukuku hâkimiyet ve hükümranisini, mümessili hakikisi olan Türkiye Büyük Millet Meclisinin şahsiyet maneviyesinde, gayri kabili terk ve tecezzi ve ferağ olmak üzere temsile ve bilfiil istimale ve iradei milliyeye istinat etmeyen hiçbir kuvvet ve heyeti tanımamaya karar verdiği cihetle misak-ı millî hudutlun dahilinde Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetinden başka şekli hükümet tanımaz. Binaenaleyh Türkiye halkı, hükümeti şahsiyeye müstenit olan İstanbul’daki şeklî hükümeti 16 Mart 1920 tarihinden itibaren ve ebediyen tarihe müntakil addetmiştir.
2 – Hilafet, Hanedan-ı Âli Osman’a ait olup, halifeliğe Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından bu hanedanın ilmen ve ahlaken erşed ve eslah olanı intihap olunur. Türkiye devleti, makamı hilafetin istinatgahıdır.
– Cumhuriyetin İlanı
25 Ekim 1923 günü gelişen bir kabine bunalımı, Büyük Millet Meclisi’nde çalışma güçlüğünü ortaya çıkardı. 28 Ekim 1923 günü akşamına kadar kabine kurulamaması üzerine, Gazi Mustafa Kemal Paşa, Çankaya köşkünde yemek sırasında arkadaşlarına; “Yarın Cumhuriyet ilan edeceğiz” diyerek görüşünü açıkladı. 29 Ekim günü Halk Fırkası Meclis Grubunda, Bakanlar Kurulunun oluşturulması konusunda tartışıldı. Sorun çözülemeyince, Gazi Mustafa Kemal Paşa’dan düşüncelerini açıklaması istendi. Mustafa Kemal Paşa, bunalımdan çıkış yolunu Anayasanın değiştirilmesi zorunluluğu ile açıkladı. Cumhuriyetin ilanını hedefleyen tasarıyı da grubun bilgisine sundu. Grupta cereyan eden uzun müzakereler sonunda, Cumhuriyetin ilanı kabul edildi. Parti Grubu’ndan sonra, Meclis toplanarak hazırlanan kanun tasarısını aynen kabul etti. “Yaşasın Cumhuriyet” sesleri arasında gece saat 20.30’da Cumhuriyet ilan edildi. Cumhuriyetin ilanı 1921 tarihli Anayasanın bazı maddelerinin değiştirilmesine dair 364 No.’lu Kanunun kabulü ile olmuştur. Bu kanunla, Anayasanın 1, 2 , 4, 10, 11 ve 12’nci maddeleri önemli ölçüde değiştirilmiştir. Bu önemli değişiklikler, 29 Ekim günü yapılmış ve aynı gün, Cumhurbaşkanlığı seçimi yapılarak, Gazi Mustafa Kemal Paşa oybirliğiyle yeni Türk Devletinin ilk Cumhurbaşkanı seçilmiştir.
– Halifeliğin Kaldırılması
Kanun No : 431
Madde1- Halifenin görevine son verilmiştir.Halifelik Hükümet ve Cumhuriyetin anlam ve kavramı içinde esasen mevcut olduğundan, Hilafet Makamı kaldırılmıştır.
Madde 2- Görevinden alınan Halife ve Osmanlı Saltanatı kökeninden gelen erkek ve kadın tüm kişiler ve damatlar, Türkiye Cumhuriyeti içinde oturmak hakkından sonsuza dek yasaklıdırlar.Bu soya bağlı kadınlardan doğmuş kimseler de Osmanlı soyundan sayılırlar.
Madde 3- İkinci maddede belirtilen kişiler, bu yasanın yayımı tarihinden başlayarak en geç on gün içinde Türkiye Cumhuriyeti ülkesini terk etmek zorundadırlar.
Madde 4- İkinci maddede belirtilen kişilerin Türk Vatandaşlık sıfatı ve hukuku kaldırılmıştır.
Madde 5- Bundan böyle, ikinci maddede anılankimseler, Türkiye Cumhuriyeti’nde taşınmaz mal elde edinemezler.
Madde 6- İkinci maddede anılan kimselere, yol giderlerine karşılık bir kerelik ve kazanımlarının değeri ile orantılı olmak üzere hükümetçe uygun bir miktar (para) ödenecektir.
Madde 7- İkinci maddede anılan kişiler, Türkiye Cumhuriyeti içindeki tüm taşınmaz mallarını bir yıl içinde Hükümetin bilgisi ve onayı ile, elden çıkarmaya mecburdurlar. Bu taşınmaz malları elden çıkarmadıklarında bunlar, Hükümet tarafından satılarak bedelleri kendilerine verilecektir.
Madde 8- Osmanlı İmpatorluğu’nda Padişahlık etmiş kimselerin Türkiye Cumhuriyeti içindeki tapulu taşınmaz malları ulusa geçmiştir.(millileştirilmiştir)
Madde 9- Kaldırılan padişahlık sarayları ve kasırları ile bunların bağlantıları içinde bulunan eşyalar,takımlar,tablolar,sanatsal yapıtlar ve diğer taşınır mallar ulusa geçmiştir.
Madde 10- Padişah malları adı altında olup evvelce ulusa devredilen mallar ile birlikte, kaldırılan padişahlığa ait tüm taşınmaz mallar ve eski hazine mevcutları ile birlikte saray ve kasırlar ve bağlantıları ve arazileri ulusa geçmiştir.
Madde 11- Ulusa geçen taşınır ve taşınmaz malların saptanması ve korunması için bir yönetmelik yapılacaktır.
Madde 12- Bu yasa yayımı tarihinden geçerlidir.
Madde 13- Bu yasa bakanlar kurulu tarafından yürütülür.
Toplumsal Devrimler
– Kadın-Erkek Eşitliği
– Şapka ve Kıyafet Devrimi
Atatürk, 23 Ağustos 1925’te Kastamonu ve İnebolu’ya yaptığı seyahatlerde şapkayı halka göstererek giysi devriminin ilk işaretini verdi. “Biz her nokta-i nazardan medeni insan olmalıyız. Fikrimiz, zihniyetimiz, tepeden tırnağa kadar medeni olacaktır. Medeni ve beynelmilel kıyafet milletimiz için layık bir kıyafettir onu giyeceğiz.” diyen Atatürk, 27 Ağustos 1925’te de İnebolu’da “Turan kıyafetini araştırıp ihya eylemeye mahal yoktur. Medeni ve beynelmilel kıyafet bizim için, çok cevherli milletimiz için layık bir kıyafettir.” diyerek, medeni yaşayışa uyan kıyafetin kabulü gerekliliğini belirtmiştir.
Atatürk’ün uyarması üzerine daha 25 Kasım 1925 tarih ve 671 Sayılı Şapka Kanunu çıkmadan önce vatandaşlar şapkayı giymiş ve bu yenilik, medeni kıyafet değişimi olarak halk arasında iyi karşılanmıştı. Bundan sonra, cüppe ve sarık giymek yasaklanmış, bu kıyafetleri giyme hakkı yalnız din adamlarına tanınmıştı.
– Tekke Zâviye ve Türbelerin Kapatılması
Osmanlı toplum ve eğitim hayatında önemli bir yere sahip olan tekke ve zaviyeler zamanla yozlaşmış ve toplumsal alanda bölünme ve gruplaşmalara sebep olmuştu. Uygar ve ileri bir millet olma amacını güden toplumumuz için tekke, zaviye, türbe ve tarikat gibi engeller kaldırılması zorunlu kurumlardı. Atatürk, Kastamonu’da 30 Ağustos 1925’te söylediği bir nutukta türbelerin, tekkelerin ve zaviyelerin kapatılmasının ve tarikatların kaldırılmasının işaretini vermiştir; “Ölülerden medet ummak, medeni bir cemiyet için, şindir(lekedir). Efendiler ve ey millet, biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler ve meczuplar memleketi olamaz. En doğru en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır.”
30 Kasım 1925 tarih ve 677 sayılı kanunla tekke, zaviye ve türbelerin kapatılması kabul edilmiş ve birtakım unvanların kullanılması yasaklanmıştır. Kanun, bütün tarikatlarla birlikte, şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik, seyitlik, çelebilik, babalık, emirlik, halifelik, falcılık, büyücülük, üfürükçülük, gaipten haber vermek ve murada kavuşturmak amacıyla muskacılık gibi, eylem, unvan ve sıfatların kullanılmasını, bunlara ait hizmetlerin yapılmasını ve bu unvanlarla ilgili elbise giyilmesini de yasaklamıştır.
– Soyadı Kanunu
21 Haziran 1934’te çıkarılan 2525 sayılı Soyadı Kanunu ile her vatandaşın öz adından başka bir de, soyadı taşıması zorunlu kılındı. Soyadları Türkçe olacaktı. Rütbe, memurluk, yabancı ırk ve millet adları ile ahlaka aykırı ve gülünç kelimeler soyadı olarak kullanılmayacaktı. Soyadı kanununun kabulünden sonra 24 Kasım 1934 yılında 2258 Sayılı Kanunla, TBMM Türk milletinin bir şükran ifadesi olarak, Gazi Mustafa Kemal Paşaya Atatürk soyadını verdi. 1934 yılında çıkarılan diğer bir kanunla da; “Ağa, Hacı, Hafız, Hoca, Molla, Efendi, Paşa” gibi, eski toplum zümrelerini belirten unvanlar kaldırıldı. Aynı kanunla yurt savunmasında, Milli Mücadelede gösterilen başarılar karşılığı verilen madalyalar dışında, eski Osmanlı idarecilerinin verdiği tüm nişan ve rütbeleri taşımak da yasaklandı.
– Lâkap ve Unvanların Kaldırılması
Kanun No : 2590
Madde 1- Ağa, Hacı, Hafız, Hoca, Molla, Efendi, Bey, Beyefendi, Paşa, Hanım, Hanımefendi, ve Hazretleri gibi lakap ve unvanlar kaldırılmıştır. Erkek ve kadın vatandaşlar, kanunun karşısında ve resmi belgelerde yalnız adlarıyla anılırlar.
Madde 2- Sivil rütbe ve nişanlar ve madalyalar kaldırılmıştır ve bu nişan ve madalyaların kullanılması yasaktır. Harp madalyaları bundan müstesnadır. Türkler, yabancı devlet nişanları da taşıyamazlar.
Madde 3- Askeri rütbelerden adın başına gelmek üzere, kara ve havacılarda müşirlere mareşal, birinci ferik, ferik ve livalara general, denizcilerde, birinci ferik, ferik ve livalara amiral denir. General ve amirallerin derecelerini gösteren unvanlarla, deniz müşirleri unvanlarının ve diğer askeri rütbelerin karşılıkları Yüksek Askeri Şura kararı ve İcra Vekilleri Heyetinin tasdiki ile konulur.
Madde 4- Bu kanun neşri tarihinden muteberdir.
Madde 5- Bu kanunun icrasına İcra Vekilleri Heyeti memurdur.
– Uluslararası Ölçülerin Kabulü
Osmanlı Devleti’nde kullanılan saat, takvim ve ölçüler, Avrupa devletlerinde kullanılanlardan farklıydı. Bu durum, sosyal, ticarî ve resmî ilişkileri zorlaştırıyor, bazı karışıklıklara sebep oluyordu. Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde bu farklılığı gidermek için bazı çalışmalar yapıldı. Fakat yeterli değildi. Cumhuriyetin ilânından sonra bu zorluklan ortadan kaldırmak için çalışmalara başlandı. Önce 26 Aralık 1925’te çıkarılan bir kanunla, o zamana kadar kullanılmakta olan, Hicrî ve Rumî takvimlerin yerine Milâdî takvim kabul edildi, 1 Ocak 1926’dan itibaren de kullanılmaya başlandı. Böylece devlet işlerinde karışıklık önlendi. Takvimdeki bu değişikliğin yanında, alaturka denilen, güneşin batışına göre ayarlanan saat yerine, çağdaş dünyanın kullandığı saat sistemi kabul edildi. Batıdan alınan zaman ölçüsü ile bir gün 24 saate bölünüp, günlük hayat düzene sokuldu. 1928 yılında yapılan bir değişiklikle milletlerarası rakamlar kabul edildi. 1931’de kabul edilen bir kanunla eski ağırlık ve uzunluk ölçüleri değiştirildi. Eskiden kullanılan arşın, endaze, okka gibi ölçü birimleri kaldırıldı. Bunların yerine uzunluk ölçüsü olarak metre, ağırlık ölçüsü olarak kilo kabul edildi. Uzunluk ve ağırlık ölçülerinde yapılan bu değişikliklerle ülkede ölçü birliği sağlandı. Bu yeniliklerin yanında millî bayramlar ve tatil günleri de yeniden düzenlendi. 1935’te çıkarılan bir kanunla, cuma günü olan hafta tatili değiştirilip, cumartesi öğleden sonra ve pazar günü hafta tatili olarak kabul edildi.
Eğitim ve Kültür Alanındaki Devrimler
– Öğretimin Birleştirilmesi
Kanun No : 430
Madde 1- Türkiye’deki bütün bilim ve öğretim kurumları Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlıdır.
Madde 2- Şer’iye ve Evkaf Vekaleti veya özel vakıflar tarafından yönetilen bütün medrese ve okullar Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanmıştır.
Madde 3- Şer’iye ve Evkaf Vekaleti bütçesinde, okullara ve medreselere ait olan birikimler, Milli Eğitim Bakanlığı bütçesine devredilecektir.
Madde 4- Milli Eğitim Bakanlığı’nca, yüksek din uzmanları yetiştirmek için, Üniversitede bir ilahiyat fakültesi açılacak ve imamet ve hatiplik gibi dini hizmetlerin görülebilmesi için de ayrı okullar açılacaktır.
Madde 5- Bu yasanın yayımı tarihinden başlayarak genel eğitim ve öğretimle görevli olup, şimdiye keder Milli Savunmaya bağlı olan askeri ortaokul ve liseler ile, sağlık bakanlığına bağlı olan yetim yurtları bütçeleri ve eğitim kadroları ile birlikte Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanmıştır. Bu ortaokul ve liselerde bulunan eğitim gruplarının bağlantıları, bundan sonra ait oldukları bakanlıklar arasında değişiklik suretiyle düzenlenecek ve o zamana kadar orduya bağlı olan öğretmenler orduya bağlılıklarını sürdüreceklerdir.
Madde 6- Bu yasa yayımı tarihinden geçerlidir.
Madde 7- Bu yasanın yürütülmesinden hükümet sorumludur.
– Yeni Türk Harflerinin Kabulü
1 Kasım 1928’de Latin esasından alınan harfler, (Türk dilinin özelliklerini belirten işaretlere de yer vererek) “Türk harfleri” adıyla 1353 Sayılı Kanunla kabul edilmiştir. Yazı dilinde kullanılan Arap harflerinin yerine Türk harflerinin alınmasını ifade eden Harf Devrimi yapılmıştır.
Aslında Atatürk, 9 Ağustos 1928 gecesi İstanbul’da Sarayburnu Parkı’nda düzenlenmiş bir şenlik sırasında, Harf Devrimini halka şöyle duyurmuştur; “Arkadaşlar, güzel dilimizi ifade etmek için yeni Türk harflerini kabul ediyoruz.(…) Bu yeni harflerle behemehal pek çabuk bir zamanda mükemmel bir surette anlaşacağız ki, Milletimizin yazısıyla kafasıyla bütün medeniyet aleminin yanında olduğunu gösterecektir.”
– Türk Dil ve Tarih Kurumlarının Kurulması
– Üniversite Öğreniminin Düzenlenmesi
– Güzel Sanatlarda Yenilikler
Sanat, kültürü meydana getiren unsurlardan biridir. Atatürk, Türk sanatının araştırılmasını, Türk toplumuna ve dünyaya tanıtılmasını istiyordu. Bunun için imkânlar sağladı, yol gösterdi, teşvik etti. Sanatı ve sanatçıyı övücü sözler söyledi. Bu sözlerinden bazıları şunlardır: “Hepiniz mebus olabilirsiniz, vekil olabilirsiniz, hatta cumhurbaşkanı olabilirsiniz, fakat bir sanatkâr olamazsınız.” “Yüksek bir insan cemiyeti olan Türk milletinin tarihî bir vasfı da güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir.” Güzel sanatlar, bir milletin duygu, düşünce, görgü ve zevkinin bir yansımasıdır. Bu nedenle güzel sanatlar, bir milletin tanınmasında önemli rol oynar. Sanat, milletleri birbirine yaklaştıran önemli bir kültürel etkinliktir. Bir milletin güzel sanatlarda ileri gitmesi, o milletin diğer milletler tarafından kolayca tanınmasını sağlar. Bir milletin kültür seviyesi, meydana getirdiği sanat eserleri ile ölçülür. Güzel sanatlara önem veren milletlerin dünya görüşleri de değişir. Güzel sanatlar alanında eserler veren milletler, diğer milletler karşısında saygınlık kazanırlar. Bu nedenle sanat alanındaki başarılar, millî kültürün yükselmesinde önemli rol oynar. Sanatkârlarına önem veren toplumlar her zaman gelişmişler ve yükselmişlerdir. Sanat ve sanatçıya çok önem veren Atatürk, “Hayatlarını büyük bir sanata vakfeden bu çocukları sevelim.” diyerek toplumların sanata ve sanatkârlara önem vermeleri gerektiğini vurgulamıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren güzel sanatların bütün dallarında gelişmeye önem verildi. İstanbul’da Güzel Sanatlar Akademisi ile Devlet Resim ve Heykel Müzesi açıldı. Avrupa’ya resim, heykel ve müzik öğrenimi için öğrenci gönderildi. 1936’da Ankara Devlet Konservatuvarı kuruldu. Tiyatro için yurt dışından uzmanlar getirildi. Böylece çağdaş Türk sanatının oluşması sağlandı.
Ekonomik Devrimler
– Aşarın Kaldırılması
– Çiftçinin Özendirilmesi
– Örnek Çiftliklerin Kurulması
– I. ve II. Kalkınma Planları
Hukuk Devrimi
– Mecellenin Kaldırılması
– Medeni Kanun
4 Ekim 1926 tarihinde Türkiye’de Medeni kanun yürürlüğe girdi. Medeni Kanun ile ilgili haber ertesi günkü Milliyet gazetesinde şöyle duyuruldu: “Türkiye dün medeni ve içtimai inkılabını fiilen yaptı ve medeni kanunun tatbikatına başlandı. Bundan sonra, ne bir saniyelik sinirin verdiği cinnet nöbetiyle ” benden boşsun” demekle karı boşanabilecek, ne de aile işlerimiz sarığın tasallutu altında kalabilecektir. Şimdi her Türk kayıtsız şartsız kendi medeni hakkına sahiptir.”
MUSTAFA KEMAL ATATÜRK ‘ ÜN İLKELERİ
CUMHURİYETÇİLİK
Cumhuriyetçilik yeni Türk Devleti’nin temel özelliğidir. Tarihçiler Cumhuriyetçilik ilkesinin üç açıdan önemine işaret ederler. Öncelikle tarihsel hanedan devletine bu ilkeyle tepki konulmakta ve tarihteki diğer Türk devletlerinden ciddi kopuş yaşanmaktadır. Tarih boyunca Türk devletleri hanedan yapısına sıkı sıkıya bağlı kalmışlar ve genelde kurucularının isimlerini almışlardı. Oysa çağın gerekleri doğrultusunda oluşturulan Cumhuriyet ile artık Türk insanı yüzünü Batı’ya çevirmiş ve geçmişiyle arasında temel bir farklılık noktası koymuştur. Yeni devlet kişilerin iki dudağından çıkan ani ve keyfi kararlarla yönetilemeyecek, halkın yönetimi esas olacaktır. Ayrıca Cumhuriyetçilik ilkesi çağdaş Batılı anlamda egemenlik sorununu da için almaktadır. Bilindiği gibi egemenlik kuramı beraberinde egemenliğin kime ait olacağı sorununu da getirmektedir. Atatürk, egemenliğin, “Kayıtsız şartsız ulusun” olduğunu belirterek, egemenliğin kaynağı ve şeklini yanıtlamıştır. Ne Osmanlı döneminde ne de dinsel anayasanın geçerli olduğu zaman diliminde egemenlik tam anlamıyla halka ait olmamıştır. Yine Cumhuriyetçilik ilkesinin bir diğer kazanımı da çağdaş anlam taşıyan bir “anavatan” kavramına ulaşılmasıdır. Çağdaş “anavatan” demek verili bir toprak, sınırlar çerçevesinde vatan kavramının kalplerde ve düşüncelerde somut bir şekilde kavranabilmesi demektir. İmparatorluk döneminde vatan mefhumuyla kastedilen olgu doğulan, içinde yaşanılan köy, kasaba veya şehirdi. Oysa artık vatan doğulan, yaşanılan yerle sınırlı kalmayıp, sınırlar içerisinde bulunan tüm topraklara verilen addı. Zaten Türkler ulusal kurtuluş mücadelesini de, kendilerini bir ulus olarak görmeyen Batılı devletlere karşı, bağımsızlıklarım kazanıp, bu sınırlar içinde kalan vatana ulaşmak için yürütmemişler miydi? Atatürk’ün kendi sözlerinden Cumhuriyet ve Cumhuriyetçilik ilkesinin özellikleri şöyle alınabilir:
“Cumhuriyet rejimi, yurdumuzda, esenlik ve sükunun en iyi yerleşmesini sağlamış bulunuyor. Yurttaşlar ve bu yurtta oturanlar, cumhuriyet yasalarının eşit koşulları altında kendileri için hazırlanan, özgürlük, gönenç ve mutluluk olanaklarından elden geldiğince yararlanmaktadırlar.
Ulusumuzun layık olduğu yüksek uygarlık ve gönenç düzeyine varmasını alıkoyabilecek hiçbir engel düşünmeye yer bırakılmadığını ve bırakılmayacağını karşınızda söylemekle mutluyum.”
MİLLİYETÇİLİK
Atatürk’ün Türk gençliğine miras bıraktığı ilkelerin en anlamlılarından biri milliyetçiliktir, kuşkusuz. Milliyetçilik, Türk milletinin siyasal, sosyal ve kültürel bağlamda varoluş gerekçesini ortaya koyan ilkedir. İmparatorluk devrinde, çok milletli yapıyla bir zorunluluk olarak güdülen “Millet sistemi”, Türklüğün etnik anlamda bile önemsenmesini imkansız kılmıştı. Ancak toprak kayıplarıyla beraber önce Hıristiyan sonra da Arap unsurlar, devlet sınırları dışında kalınca, devletin kendisini yeniden tanımlama, kodlama zorunluluğu baş gösterdi. Artık “unsurların birliği” veya İslam topluluklarının karışımı gibi kavramlar devletin yapısını ifade etmez hale gelmişti. Kısacası Osmanlı’nın asırlar boyunca büyük dikkatle sürdüre-geldiği tanımlamalar kifayetsiz kalınca Osmanlı’nın o günkü doğrusunu, genç Türkiye Cumhuriyeti’nde sürdürmeye kalkışmak inanılmaz bir yanlış olurdu. İşte milliyetçilik ilkesiyle, Türk yeniden kendini tanımlama, varlık gerekçesini bulma sorununu aşmayı bildi.
Atatürk’ün karşılaştığı en ciddi sorun o güne dek ulus bilincinde yaşadığı gerçeğine varmasına engel olunan bir halka ulus olduğunu ispat etmekti. Mardin’in de belirttiği gibi hakkında yapılan onca eleştiriye rağmen Atatürk, milliyetçilik ve batılı anlamda bir ulus-devlet inşa etmek konusunda pek fazla eleştirilemez. Hatta elindeki topluluğu ulus haline dönüştürmesindeki bu başarı Atatürk’ün belki en önemli-kusursuz zaferidir. Atatürk bu bağlamda işe milletin ne olduğunu izah ederek başlar. Millet, milliyetçilik dünyanın her yerinde beraberinde millî karakterin özellikleri, hangi unsurların bir topluluğu millet yapmasına yeteceği sorunsalları getirmiştir. Bir cemiyete millet diyebilmek için, o cemiyetin; siyasi, dilsel, ırksal ve kökensel birlikteliği paylaşmasının yanı sıra tarihi ve ahlaki yakınlık ilişkisi içinde bulunması gerekmektedir. Vatan birliği elbette millet olabilme kriterlerinin en yaşamsalları arasındadır.
Türkiye’yi kuran milletin, Türk milleti olduğuna inanan Mustafa Kemal, kendisini daima biyolojik ırkçılığa dayalı sert-totaliter yaklaşımlardan uzakta tutmasını bilmiştir. Onun millet ve milliyetçilik tanımı, barışperver, ulusun yaşam ve kaderine yön çizebilme temel hakkını gözeten kültürel bir milliyetçilik tanımıdır ve başka pek çok konuda olduğu gibi Fransız yaklaşımından esin almaktadır. Hayatı boyunca bilimsel ve tarihi tecrübeleri ona milletin suni bir yapılanma olmadığını kanıtlamıştır. Bu açıdan organizmacıdır.
Atatürk’ün yanında bulunan onun hareketlerini izleyen düşünürlere göre yeni devletin milliyetçilik anlayışı çok farklıdır. Bu kesim Atatürk’ün vatan sevgisini kutsallıkla birleştiren, milliyetçiliği sadece tapınma addeden mistik-hayalci milliyetçilik anlayışının karşısındadır. Mistisizme, geçmişe tapınmakla sınırlı bir fetişizme karşı çıkan bu yeni anlayışı Karaosmanoğlu, “Türk Rönesansı” olarak adlandırmaktadır. Bu bağlamda bir yanlış anlaşılmanın düzeltilmesi gerekmektedir. Kimi sol Kemalist yazarlar, Türk milliyetçiliği akımını kötülemek ve farklı milliyetçilik tartışmaları açmak amacıyla Türk milliyetçiliği fikir sistemine saldırılarda bulunabilmektedirler. Oysa Türk milliyetçiliği üzerine teorik eserler veren düşünürlerin kitaplarında mistik, geçmişe tapınmakla yetinen milliyetçilik tanımlarının şiddetle yerildiği, gelişmeci, aklı üstün tutan milliyetçilik kuramlarının dile getirildiği görülecektir. Tartışmaya son vermek amacıyla her iki kesimin meseleyi nasıl değerlendirdiğine değinilebilir. Sol milliyetçilik ve Atatürk milliyetçiliğinin üzerinde odaklanan kalemler kendisini milliyetçi olarak tanımlayan siyasal akımın temsilcilerinin Türk milliyetçiliği tezlerinden farklı bir Atatürk milliyetçiliği etrafında yoğunlaşmaktadırlar. Diğer kesimin önde gelen kalemleri ise Türk milliyetçiliği- Atatürk milliyetçiliği gibi farklı kavramlardan söz edilemeyeceğini, Atatürk’ün de gerek eserleri, gerekse de liderlik vasıflarıyla en önde gelen Türk milliyetçilerinden biri olduğunu belirtmektedirler.
Görünen o ki, Atatürk’ün milliyetçiliğe ait görüşleri hem ülkücü hem de akılcıdır. Akılcılığı, “Bugün dünya milletleri akraba olmuşlardır ve olmakla meşguldürler. Bir milletin varlık ve saadeti, diğerleriyle bağlantılı hale gelmiştir. İnsanlık kavramı yükselmiştir. Yüksek ideal yolcularının çoğalması gerekmektedir. Ancak bu ideal birbirine yaklaşma idealidir. Milletimi esir etmeyi düşünen bir millet bu arzusundan vazgeçinceye kadar düşmanımdır. Mazlum milletler zalimleri bir gün mahvedecektir. İnsanları mutlu edeceğim diye onları birbirine boğazlatmak, gayri insani bir sistemdir. Milletleri yükselten bir hassa vardır: İntikam hissi. Milletlerin kalbinde intikam hissi olmalı. Hayatına, ikbaline refahına düşman olanlar bulundukça onu affetmek elimizden gelmez. Düşmana merhamet aciz ve zaaftır. Bu, insanlık göstermek değil, insanlık hassasının yok olduğunu ilan etmektir” sözlerinde yatmaktadır. Ülkücülüğüyse, idealizmiyse; “İnsanlığa yönelmiş fikir hareketi er geç muvaffak olacaktır” anlayışında ve hedeflere varma azminde anlaşılmaktadır.
Dikkat edilirse Mustafa Kemal’in milliyetçilik anlayışında, liderlik vasıfları arasında mantıksız düşmanlıklara yer yoktur. Bir düşman ancak bize düşmanlık etmeye kararlı olduğu müddetçe düşmandır. Yoksa devlet adamlığında, kan davası peşinde koşmak yoktur. Her millet bir biriyle iyi yolda iletişim kurmaya çalışmalı ve en azılı eski düşman bile bu yolda samimiyetini gösterdiği takdirde artık düşman sınıfında sayılmamalıdır. Bu prensip Mustafa Kemal’in dış ilişkilerinde nasıl basanlar, utkular kazandığını kendiliğinden gün yüzüne çıkarmaktadır. Atatürk milliyetçilik söyleminde tekelci veya dışa kapalı olmadığını her fırsatta yineliyor, milliyetçiliğin temel gayesinin milletler ailesinin en üst basamaklarında Türk ulusunun onuruna layık bir yer işgal etmek olduğunu savunuyordu. Neticede Türkiye ve Batı’nın gözünde milliyetçi önderlik kendisine iyi gözle yaklaşan her devlete aynı yaklaşımla karşılıkta bulunmaya hazırdı.
Atatürk Van’dan, Diyarbakır’dan Trakya’ya, Karadeniz’den Akdeniz’e kadar tüm vatandaşların millî cevherin ortak damarları olarak vasıflandırmaktaydı. Tarih potasında kaynaşmış, birbirine duygusal bağlarla bağlanmış insanlara “Türkiye halkları” diye seslenmek Atatürkçü düşünceyle bağdaşmaz. Kemalist önderliğin resmi savı ve samimi düşünceleri Anadolu coğrafyasında tek bir millet yaşadığı gerçeğine odaklanmıştır. Aksi takdirde, egemenliğin kayıtsız şartsız ulusa bırakılmasının da, pek çok kan dökerek bağımsızlık savaşı vermenin de ne değeri kalırdı ki? Sınıf çatışmasına karşı geliştirilen söylemlerde milliyetçilik anlayışının dayanışmacı niteliği göze çarpar. Türkiye’de Batılı anlamda sınıflar bulunmadığı, aynı fakirliğin ulusun tüm katmanlarınca eşit çekildiği için Atatürk, Türk milletinin birbirine dayanışarak, el ele ve bir bütün halinde gelişmesini öngörür.
Atatürk’ün milliyetçilik anlayışı, ulustan kopuk bir içeriğe sahip değildir. İçinde bizzat bir ülkeyi paylaşan tüm yurttaşları etkileyen vatan mefhumu, demokrasiye bağlılık, insan sevgisi ve insana verilen aşın önem yatmaktadır. Tek adam diktasına özde karşıdır, ulusun vatanı için elbirliğiyle, gelecek kaygusuyla çalışmasını ister. Başarı, ulusal birlikten, bütünleşmeden geçerdi. Kendi sözlerine dönecek olursak:
“Bir ulus için, bir yurt için, gerçek kurtuluş, esenli yaşayış ve tam başarı istiyorsak bunu hiçbir gün bir tek kişiden umup beklememeliyiz. Herhangi bir kişinin başarısı demek ulusun bir parçası demektir. Bir ulusun başarısı ise o ulusun bütün güçlerinin bir arada birikip birleşmesiyle gerçekleşebilir. Eğer ilerde de böyle kazançlara ve başarılara ulaşmak istiyorsak hep öyle davranalım, hep öyle yürüyelim. Çünkü o istenilenler ancak böylelikle elde edilecektir.
Bütün insanlığın varlığını kendi kişiliğinde gören adamlar mutsuzdurlar. Besbelli o adam birey niteliğiyle yok olacaktır. Herhangi bir kişinin, yaşadıkça sevinçli ve mutlu olabilmesi için gereken şey, kendisi için değil, kendisinden sonra gelecekler için çalışmaktı*. Sağduyulu bir adam, ancak bu yolla davranabilir. Hayatta tam zevk ve mutluluk ancak gelecek kuşakların şerefli varlığı, mutluluğu için çalışmakta bulunabilir.” Bazı araştırmacılar, Atatürk’ün diğer memleketlerle “Yurtta barış, dünyada barış” prensibine dayanan ilişkiler kurma politikası ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında dillendirilen çeşitli hatalı yorumlar nedeniyle, Atatürkçülüğün bir Dış Türkler sorununa sahip olmadığını savlamaktadırlar. Oysa Atatürk’ün savunduğu milliyetçilik tezi Dış Türkler ‘Sorununu da dışlamaz. Karal, bu hususu, “Türk milliyetçiliği, ulusal sınırlarımız dışında yaşayan Türklerle geçmişte aynı tarihe ve bu tarihin meydana getirdiği kültüre ortaklık nedeniyle, onlarla kültür yönünden ilgilidir. Memleketimizde büyük Batı memleketlerinin kültür heyetleri vardır. Bunlar kendi kültürlerini tanıtmaya ve yaymaya çalışmaktadırlar. Hal bu iken, memleketimiz dışında dilimizi konuşan, halk edebiyatımıza sahip çıkan Türklerle ilişkimiz yok desek bile, bir kültür ilişkisi vardır Ve var olmaya devam etmesi de dolaydır.” sözleriyle açıklar.
Bazı araştırmacılar, Atatürk’ün diğer memleketlerle “Yurtta barış, dünyada barış” prensibine dayanan ilişkiler kurma politikası ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında dillendirilen çeşitli hatalı yorumlar nedeniyle, Atatürkçülüğün bir Dış Türkler sorununa sahip olmadığını savlamaktadırlar. Oysa Atatürk’ün savunduğu milliyetçilik tezi Dış Türkler ‘Sorununu da dışlamaz. Karal, bu hususu, “Türk milliyetçiliği, ulusal sınırlarımız dışında yaşayan Türklerle geçmişte aynı tarihe ve bu tarihin meydana getirdiği kültüre ortaklık nedeniyle, onlarla kültür yönünden ilgilidir. Memleketimizde büyük Batı memleketlerinin kültür heyetleri vardır. Bunlar kendi kültürlerini tanıtmaya ve yaymaya çalışmaktadırlar. Hal bu iken, memleketimiz dışında dilimizi konuşan, halk edebiyatımıza sahip çıkan Türklerle ilişkimiz yok desek bile, bir kültür ilişkisi vardır Ve var olmaya devam etmesi de dolaydır.” sözleriyle açıklar.
HALKÇILIK
Cumhuriyet dönemine gelinceye dek halk kavramı, Türk tarihinde üzerine çok basılarak kullanılan bir kavram olmamış, olsa da gerçek içeriğiyle pek tartışılmamıştır. Cumhuriyet dönemindeyse Halkçılık, demokrasinin temel dayanaklarından olmuştur. Kişi, aile ve sınıf imtiyazlarına karşı çıkan Atatürk, kanunların halktan kimilerinin çıkarma hazırlanmasını tarihe gömerek, halkın koşulsuz yararına çıkarılıp yürütülmesini sağlamıştır. Devlet, Halkçılık sayesinde bir halk devleti halini alır. Atatürk, Halkçılığın devrimler açısından ne denli yaşamlar olduğunu, çeşitli vesilelerle gündeme getirmiştir:
“İç yönetimimiz konusunda güçlükleri yok edebilmek, iyi görevli atamak ya da görevlinin görevine son vermek kuralını ortadan kaldırmak gereğindeyiz. Biz bu kuralı iki ilkeye dayanarak sonuçlandırabiliriz. Bundan dolayı hangi ilkeyi koyabileceğimizi düşünmeye koyulalım. Sandığıma göre bugünkü varlığımızın gerçek özü ulusun genel eğilimlerini ortaya koymuştur, o da halkçılıktır, halk hükümetidir. Hükümetlerin halkın eline geçmesidir. Efendiler, ‘Biz memur sınıfı yaratmak için çalışmayalım’ ve kesinlikle bir ‘memur kadrosu’ içinde bulunanları bir yere koymakla kafa yormayalım. Yönetimi halka vermek için çalışalım. O zaman bütün güçlüklerin ortadan kalkacağına inanıyorum… Ben bununla uğraşmaktayım.
İç politikada yolumuz olan halkçılık, yani ulusu kendi başına buyruk kılma ilkesi Anayasamızla saptanmıştır.
Bunu bir tek sözcükle belirtmek gerekirse diyebiliriz ki yeni Türkiye devleti, bir halk devletidir. Halkın devletidir.”
1930’lu yılların çalışma ilişkileri ve iktisadi boyutuna damgasını vuran ilk kavram yine “Halkçılık“ olmuştur.
Aslında Kurtuluş Savaşı yıllarında “halk=ulus” biçiminde kavramlaştırılan, daha sonra liberal politikalarla sanayinin yerli girişimcilerini oluşturması beklenen millî burjuvazinin yaratılıp sınıf ayrımının reddedildiği halkçılık; 1930’dan sonra içerik değiştirmiştir. 1930’daki Serbest Fırka deneyiminin ardından yönetime ağırlığını koyan tek parti anlayışı, sınıf ayrımlarını şiddetle yok sayarken halkçılığı bu tercihine ideolojik bir gerekçe olarak sunmaya başlamıştır. Aslına bakılırsa, halkçılık, ulus-devletin inşasının temelinde yalan “Halkı bir ulus olduğuna inandırma” ya da daha önceden varolmayan bir kavramı toplumun genel kabulüne açan bir kavram olarak Atatürk’ün milliyetçilik ve devletçilik politikalarının en başat öğelerinden biri olagelmiştir.
Yine Hobsbawm’ın ulusal oydaşma ve devletçiliğin temel prensibi haline gelen “Özel çıkarlara karşı ortak çıkar”, “Ayrıcalığa karşı ortak yarar” tezi de halkçılık-devletçilik ve milliyetçilik üçgeninin ne denli içice olduklarını göstermektedir. Türkiye’de de kurucu elitler, sınıf çıkarları yerine devletin ana işveren konumunda bulunup ortak çıkan bölüştüreceği, halkçılık paydasında birleşmiş bir ulus-devlet işleyişini temel hedef göstermişlerdir. Feroz Ahmad, süreci, “Kemalist ekonomi siyasetinin hedefi, öncelikle, modern bir topluma özgü sınıf yapısına sahip bir millet yaratmaktı. Bu hedefe ulaşıldığı ve ardından sınıf çatışması geldiği zaman ise devlet müdahale edip hakem rolü oynayacaktı” şeklinde tanımlar. Nitekim ileride görüleceği gibi bu hakemlik rolü uzun yıllar yürürlükte kalacak 1936 İş Kanunu’nda açık bir biçimde dile getirilecektir.
Halkçılığın yeni süreçte benimsenmesinin kimi pragmatik yönleri de vardır. Devletçilikten sadece bir kez 1931’de İzmir’de bahseden Atatürk, halkın yapısına dikkat çekerken toplumun her şeyi devletten beklediğini, dolayısıyla devletin ekonomiye ağırlığını koymasının mecburiyet halini aldığını kaydetmiştir. Yine İsmet İnönü, devletçiliğin nasıl algılandığına ilişkin konuşmasında halkçılığa dayalı “ılımlı devletçilik” modelinin benimsendiğini belirtirken, milliyetçilik-devletçilik-halkçılık üçgenine işaret etmekten geri kalmıştır.
<h4″>DEVLETÇİLİK
Devletçilik Batı kaynaklı ekonomik bir terimdir. Devletin ekonomik hayata karışmasına işaret eder. Batı’da bu kavram kapitalizmin iç-çelişkilerinin mevcut vahşi kapitalizmle çözümlenemeyeceğinden hareketle ortaya çıkmışken Türkiye’de durum çok daha farklı boyutta gelişmiştir. 1930’lu yıllara dek devlet, ciddi ekonomik imkanlara sahip değildi yani büyük dönüşümler kamu harcamalarıyla finans edilemiyordu. Bu yüzden Kemalist önderlik, liberalizmden, özel sektörün girişimlerinden medet umuyordu. Ancak bu noktadaki sorun da Türkiye’de Batılı anlamda bir burjuva sınıfının oluşamamasıydı. Burjuvazinin yokluğu, sermaye sahibi, dönüşümleri finansa edebilecek birikimin de olmaması demekti. 1930’lu yıllarda başta İsmet İnönü’nün girişimleri ve Mustafa Kemal Atatürk’ün de desteklemesiyle devletçilik politikaları yürürlüğe konularak, beklenen iktisadi reformların Devletçilik’le yapılması sağlanmaya çalışıldı.
Ayrıca rejimin meşruiyeti de bir bakıma devletçi politikalarla oturtuldu. Ciddi sermaye birikimine sahip bulunmayan, herkesin her şeyi devletten beklediği bir dönemde devletin sosyal bağlamda halktan yeniden rıza alabilmesi için ekonomik alanda sorumluluğu üzerine alması, kalkınmayı gerçekleştirmesi şarttı. Avrupa’da solun giderek sesini daha fazla yükseltmesi, sosyal refah devletinin gündeme gelmesine koşut olarak önem kazanan devletçilik, Türkiye’ye geri kalmışlığın ve maddi yoksunlukların bir türevi halinde girmişti.
Devletçiliğe neden olan sosyal, tarihsel, ekonomik ve tarihsel etkenlere eğilmek gereklidir. Tarihsel etken yukarıda açıklanan koşullara ilişkindir. Sanayi Devrimi’ni yaşamamış, iktisadi sorunları aşamamış Türkiye, gelişmiş ülkelerle arayı kapatmak için Devletçilik politikasına mecburdu. Fakirliği erdem sayan “Bir lokma bir hırka” zihniyetiyle çağdaş medeniyetlere seviyesine ulaşılamayacağı gerçeği Devletçilik’i sosyal açıdan dayatmıştır. Türklerde sermaye birikiminin yoğunlaşmaması, yurt ekonomisinin yeniden kurulması yolunda gözleri devlete çeviriyordu. Halk her şeyi devletten bekliyordu. Bu Devletçilik ilkesini yaratan kültürel etkendi. Belki hepsinden önemlisi Osmanlı’nın son evresinde ülkede ekonomik hayatı idare eden, bunun kazanımlarından yararlanan yabancı güçler, Türkiye’yi sömürülecek bir Pazar olarak görmüşlerdi. Uluslar arası vahşi kapitalizmin en acımasız duraklarından birisine çevrilen Türkiye, eğer kendi ayakları üzerinde yükselmeyi beceremezse, kısa zaman içinde eskisinden beter olacaktı. Tüm hammadde kaynaklan yabancı güçlerce işletilen bir ülkenin bağımsızlığından ne ölçüde bahsedilebilirdi? Yabancıların sömürge pazarı olmaktan uzaklaşmak Türkiye’nin Türkler eliyle yönetilip yönetilmeyeceğinin göstergesi sayılacaktır. Kısacası siyasal bağlamda da Devletçilik geçer, hatta tek Akçeydi.
Devletçilik ekonomik olduğu kadar sosyal, ahlaksal ve ulusal bir terimdir. Ulusal servetin dağılımında adaletin sağlanabilmesi, sınıfsız toplumun uyum içinde yaşatılabilmesi, sosyal devlete ulaşma yönünde ulus-devletin yeniden tanımlanması aşamalarında, kişinin çalışmaya teşviki, çalışan, üretenlerin refah paylarının yükseltilmesi, vatandaşların geleceğinin garantiye alınması Devletçilik ilkesini zorunluluk yapan etmenler arasındadır. Bir diğer deyişle hem ulusal birliğin korunması hem de bağımsızlığın sağlanması o günlerde Devletçiliğe bağlı görünmüştür. Aslen Atatürk, devletçilikten sadece bir kez bahsetmiştir ama liberal sistemle başarıya ulaşılamayacağını sezinledikten sonra, o da bu ilkeyi hassasiyetle ele almış, takipçisi olmuştur.
Daha önceki bölümde halkçılığa dayalı devletçilik ilkesinin 1930 sonrası ekonomide ağırlık kazandığım ve 1932 tarihinin devletçilik açısından en önemli dönüm noktası olduğuna değinilmişti. Ancak devletçilik konusunda ilginç tarihlerden bir diğeri de 1931’dir. Zira 10 Mayıs 1931’de toplanan CHP 3. Kurultayı ile CHP ilk kez bir siyasal programa sahip olmakta ve bu programda iktisat politikalarına ilişkin tercihler de yavaş yavaş açığa kavuşmaktaydı. Topluma bakış, siyasetin biçimlendirilmesi, iktisat politikalarıyla birlikte bu kurultayda programa kavuşturulmak istenmektedir. Söz konusu kurultayda CHP’nin Laik, Halkçı, Devletçi, Milliyetçi, İnkılapçı, Cumhuriyetçi bir parti olduğu kabul edilmekte ve sınıf ayrımları kesin bir dile reddedilmektedir. Milleti küçük çiftçiler, küçük sanayi erbabı ve esnaf, amele ve işçiler, serbest meslek erbabı ile sanayi erbabı, büyük iş sahipleri ve tüccar zümrelerinin oluşturduğuna değinilen programda bu zümrelerin ayrı ayrı sınıflar olmadıkları belirtilmektedir. Ancak, Gökalp’in Durkheim sosyolojisinden etkilenerek geliştirdiği dayanışmacı fikirlerden güç alan program, küçük üreticiler, işçilerle tanımlanan bir yapıya büyük sanayici de ekleyip halkçılık açısından soruna neden olmakla yer yer eleştirilmekten kurtulamamıştır.
LAİKLİK
Laiklik Batı’da meydana gelen devrimlerle adı anılmaya başlanan bir kavramdır. Din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılmasını, akılcılığı ve devletin din ve vicdan hürriyetini tanımasını kapsar. Ancak Hıristiyanlık ve İslamiyet’in farklı özellikleri laikliğin kabulünü Türkiye açısından daha yaşamsal bir konuma getirmiştir. Hıristiyanlık dünyada yeni yayılmaya başladığında Hz. İsa, dönemin devlet adamlarının kendisine inananlar üzerinde zulüm uygulamasını engellemek amacıyla, “Sezar’ın hakkını Sezar’a veriniz” çağrısında bulunarak dininin devlet karşısında konumlanmadığını göstermişti. Ancak gelişen şartlar doğrultusunda Hıristiyanlığın yayılma problemini aşıp evrensel bir din konumuna yükselmesinin etkisiyle devletle kilise çatışır hale gelmişti. Yine de kilise ve devlet aralarında süregelen tüm çatışmalara, nüfuz mücadelelerine rağmen iki ayrı kurum, iki ayrı çatı altında yaşamasını bilmişlerdir.
İslamiyet’te “Hakimiyet kayıtsız şartsız Allah’ındır” inancı vardı. Bu inanç din ve devlet işlerinin ayrışmasını büyük ölçüde engelliyordu. Hıristiyan Batı, devrimlerin ardından din örgütüne karşı genel bir savaş yürütmemekle birlikte, dinin devlet üzerinde baskı kurmakta direnen unsurlarını tasfiye ederek kilise ile devleti daha kolaylıkla birbirinden ayırmayı başarmıştı. Üstelik Hıristiyan dünyasının tüm dönemlerinde hakimiyetin kilisede mi yoksa kralda mı olduğuna dair zengin bir tartışma platformu yürütülebilmişti. İslam devletlerinin anayasasıysa dinsel temeller etrafında şekillendirilmişti. Eğirim, ahlak dinsel faktörlere göre ayarlanmaktaydı. Buna karşın İslamî dünya görüşünün özellikle ekonomi ve dış politika alanında belirleyici bir etkiye sahip olmaması, kurulmakta olan yeni dünyada çok belirleyici hale gelen ekonomi ve uluslar arası ilişkiler noktalarında İslamî toplumlara sorunlar yaratıyordu. İslam, faizi yasaklıyor ama o devrin yeni düzeninde devletlerarası tüm antlaşmalar ağır faizin kayıtsız şartsız kabulüyle başlıyordu. İslam, öncelikle müslümanların kendi aralarında yardımlaşmalarını öneriyor fakat İslam toplumları arasında oluşturulabilecek bir sistemin kreditörü olabilecek bir devlet ortaya çıkarılamıyordu. Zira İslam toplumlarının önemli bir kısmı uzun yıllar yabancı devletlerin sömürge alanı olarak işlev görmüşler hatta henüz özgürlüklerine bile kavuşamamışlardı.
Ortada temel bir çelişki yatıyordu. Kemalist önderlik ya İslam toplumunun kapalı anlayışını kırmayarak çaresizlik içinde İslamî sistemi evrensel bazda işletecek bir kreditör bekleyecek ya da Batı’ya entegre olacaktı. Büyük Savaş’tan tüm Avrupa devletleri ağır yaralarla çıktıklarından henüz dünya kreditörlüğüne aday bir pax ufukta belirmemişti. Atatürk tercih aşamasındaydı. Yüz bu konuda da Batı’ya çevrilecek ve mahalli karizmatik liderler çerçevesinde örgütlenen popüler İslam’la, devleti uzun süre geri bırakan Osmanlı’dan kalma resmi devlet İslamî düzenlenecekti. Bunun da yolu laiklikti. Nitekim onun ölümünde sonra yaşananlar liderin bir kez daha öngörülerinde haklı çıktığını gösterecekti. II. Dünya Savaşı’ndan sonra yine Batılı bir güç beklenen paktı kuracak, dünyanın kreditörlüğünü üstlenecek, üstelik uluslararası yeni sistemin sacayaklarını Batı’nın belli başlı devletleri sağlamlaştıracaktı.
Ekonomik olanakları son derece kısıtlı olan, geçirdiği onca acımasız savaştan sonra Osmanlı devletinin borçlarının bir kısmım üstlenen yeni Cumhuriyet, kısa zamanda çağdaş dünyayla arasındaki mesafeyi kapatmalıydı. Bunun önündeki engellerden birisi de, İslamî kökenli, “Bir lokma bir hırka” söylemiydi. Hızla reform yapacak, devrimler çağını sürükleyecek bir topluma ne bir hırka ne de bir lokma yeterdi. Üstelik büyük liderlerin en başat özelliği, çağın kavramlarıyla, çağın değerleriyle konuşmalarıydı. Tüm gelişmiş dünya, ulus, ulus-devlet özlemiyle yanıp tutuşuyordu. Osmanlı’nın millet sistemine dahil ettiği müslüman unsurlar, çok kısa süre önce “din kardeşleri”ni Batı’yla birleşerek arkadan vurmayı dinî açıdan tartışmayı dahi gereksiz görmüşlerdi. İslam dünyası bile artık mücadelesini ümmeti uğruna değil kuracağı ulus-devletini düşünerek yürütüyordu. Osmanlı’nın son cihat çağrısı açıkça felaket sonuç vermişti. Ayrıca, dünyanın her alanında ekonomiden savunmaya, sanayileşmeden ticarete Tanrı’nın düzenlediği ileri sürülen “imanlı ordular”, Batı’nın teknik orduları karşısında ardı ardına yenilgiye uğruyorlardı. Atatürk, bir yükselen değerin daha farkındaydı: Teknoloji. Teknolojiyle-din savaştırılmamalıydı. Zira bu savaştan galip çıkan kayıtsız-şartsız teknoloji oluyordu. Mesele teknolojinin karşısına dini dikmek değil bu ikisini uzlaştırmaktı.
Tarihte görülmüştür ki, çok eski çağlardan bu yana askerler ve din adamları sürekli çatışkı içinde yaşamışlardır. Bunun en temel ermeni yeni bir devlet kurmak ya da devlette hamle yapmak isteyen ilerici askerlerin karşısına din adamlarının büyük kısmının, durağanlanlaştırmakta kendileri açısından yarar gördükleri bazı hatalı dinî yorumlarla çıkmalarıdır. Atatürk, laikliğe geçilirken ülkede pek namuslu din adamları bulunduğunu fakat bazı gericilerin bu kişilerin sesini kısmak istediklerini sıklıkla dile getirmiştir. Mustafa Kemal Paşa, dinle teknolojiyi çatıştıran, dini durağanlaştırmak isteyen zihniyetin devleti sürüklemek istedikleri noktalan iyi tespit etmişti. Oysa son derece açık ve gelişmeyi hedef alan gerçek bir islamiyet vardı. Önemli olan İslam’ın asıl olan bu kaynaklarına yönelip, teknoloji-din çatışmasını ortadan kaldırmaktı. Hedefe varmanın biricik yolu elbette laikliğin kabulüydü. Yani İslam’da laikliğe cevaz olabilirdi. Tanyol, bu noktayı şu şekilde açımlıyor:
“…İslamiyet sosyal bir din olduğundan ve terakkiyi hedef olarak aldığından, diğer dinlerdeki hükümlerin katılığı ve değişmezliği onda mevcut değildir. Bizzat Peygamber,- Kuran’ın ayetlerinde hükümlerin zamana ve mekana tabi olarak değişebileceğine cevap vermiştir. İslam dinindeki bu yumuşaklık ve gelişmeye açık kapı bırakmıştır ki, az zaman içinde serbest içtihada yol açmış ve birçok felsefi meseleler hiçbir zorluğa ulaşmadan gelişmek imkanına sahip olmuştur.
Bundan dolayıdır ki, İslamiyet’te bir engizisyon teşkilatına rastlanamaz.
Önce gelen bir ayetin hükümlerini sonraki ayetin değiştirmesi ve bazen tamamıyla kaldırması, İslam hukukunda, ‘Tebeddül-i ezmanla tagayyür-i ahkam caizdir’ şeklindeki külli bir düsturla ifade edilmiştir. İşte İslamiyet’te laiklik ve her türlü reform, bu prensibe dayanılarak yapılabilir.”
Türk devrimlerinin ya da bütüncül olarak Kemalist Devrim’in özünde laiklik yatmaktadır. Pek çok Cumhuriyetçi aydın, haklı olarak, laikliğe karşı çıkmanın yeni Cumhuriyet’in temel değerlerine, hedeflerine karşı çıkmak anlamına geldiğini savunmaktadır. Aynı görüş çerçevesinde laiklik, düzenin ruhudur, temelidir. Atatürk’ün Laiklik ilkesi, Durkheim’ın tezlerinden oldukça etkilenmiştir. Zira düşünürün savlan medeniyet ve işbölümünün gelişmesiyle dinle devletin farklı alanlara seslenmeye başladığı yönündeydi. Toplumda iş bölümünün ilerlemesiyle beraber toplum hayatının siyasi, ahlaki, iktisadi, eğitimsel ve sanatsal faaliyet kollarının giderek dinin doğrudan etkisinden uzaklaşıp hususi mevkiler edindiklerini kaydeden Durkheim, din de dahil tüm bu kolları kapsamına alan geniş ve homojen bir bütünlük oluştuğunu vurgular. Durkheim, devletin toplumun bütününü, işbölümününü tamamını, uzmanlığın hepsini birbirine karıştırmadan temsil etme mecburiyeti üstlenmiştir. Durkheim buradan hareketle yeni çağda belirmeye başlayan “laik ahlaka” geçer.
Gökalp, Durkheim’ın da etkisiyle Batı’daki reform çabalarını yorumladı. Düşünür, ümmet dininin çöktüğünü, ümmet teşkilatıyla milletin birbirlerinden ayrıştığını savunuyordu. Dinin kendi öz alanı olan vicdan sahasına çekilip, önemini daha da arttırmasını, işlevselleşmesini isteyen Gökalp, işbölümü ve uzmanlaşmanın da katkısıyla toplum bütünleşmesinin on önemli unsurlardan birinin yine din olacağını öngörmekteydi. Kısacası Türk Laikleşmesi projesinde laiklik kesinlikle dinsizlik değildi. Mustafa Kemal, bu açılardan Gökalp’e katılmaktaydı. Durkheim’ın sosyolojik analizlerinin yanına, Max Müller’in Natüralizmi ile çeşitli pozitivist ve hukuki savları katan Atatürk, tarihsel çerçevesi bağlamında din sorununa şöyle yaklaşmaktaydı:
“İnsan önce tabiata, sonra cemiyete bağımlıdır. Tabiatın yaratığı olan insan, önce onun kanunlarına tabidir. Başlangıç devirlerinde insan korkular içinde yaşamıştır. Sonra iptidai insan kümelerinde ata korkusu, nihayet büyük kabile ve kavimlerde ata korkusu, ata korkusu yerine geçen Allah korkusu, insanların hürriyetini engellemiş, kafalarında ve hareketlerinde hesapsız yasaklar yaratmıştır. Yasaklar ve hurafeler üzerine kurulan bu adet ve gelenekler, insanları düşünce ve harekette bağlamıştır. Ferdin hakiki hürriyeti söz konusu olmamıştır. Önce tabiatın sonra cemiyetin esiri olan insanın, bu esaretine -gökten kuvvet ve yetki alan birtakım adamlara esir olmak- eklendi. Hükümdarlıklar gücünü buradan aldı. Cemiyetler ve fikirler geliştikçe hürriyet fikri de gelişti. Tabii hak fikri oluştu. Her türlü hakkın kaynağının fert olduğu fikrine ulaşıldı. Hür ve sorumlu olan yalnız insandır. Böylece demokrasiye ve medeni topluma geçildi.”
Yukarıdaki fikirlere bakıldığında Atatürk’ün siyasal düşünceler tarihi hakkında ayrıntılı bilgi sahibi olduğu görülebilir. Zira Mustafa Kemal’in açıklamaya çalıştığı bu evrim süreci, Siyasal Düşünceler Tarihi’nin çok önemli bir metodundan kaynaklanmaktadır ve uluslar arası bilim dünyasında topluluktan-topluma giden zaman diliminde insanın gelişmesi hala bu örüntü çerçevesinde değerlendirilmektedir.
Bu arada özellikle sağ Kemalist ve milliyetçi aydınların önemli bir bölümü Osmanlı’nın zaten teokratik bir devlet olmadığını, millet sistemi ve azınlıklara karşı tutumda laik nüvelere rastlandığını haklı olarak öne sürmektedirler. Bu inanca göre, Osmanlı’da Gerileme ve Çöküş dönemlerinde Batı’ya karşı alınan mağlubiyetler karşısında bunalan Osmanlı aydını bir yandan Batı’nın temel kurumlarına yönelik reformlar yapmaya kalkışırken, diğer yandan da bu reformları sınırlı bir çerçevede tutarak ve dini bağnazlaştırarak, olumlu-hakim nüveyi yozlaştırmışlardır. Aynı yazarlar Atatürk’ün Laiklik ilkesini yorumlarken, Mustafa Kemal’in Osmanlı’da yapılan göstermelik-yetersiz reformların çarpıklıklarını tespit ederek, Türkiye Cumhuriyeti’nde laikliğin tam anlamıyla modern içeriğe sokulduğunu ileri sürerler.
Atatürk ferdi hak ve hürriyetleri, maddi ve fikri hürriyet adı altında iki ara başlığa ayırdı. Her fert istediğini düşünmek, istediğine inanmak ya da inanmamak, seçtiği dinin gereklerini yerine getirmek ve getirmemek, şahsine ait siyasal görüşleri savunmak serbestliğine sahip olmalıdır. Ona göre vicdan hürriyeti taarruz edilemeyen bir alandı.
Hatta Atatürk hayatta tek taraflı olarak aradığı ve arayacağı temel unsurun laiklik olduğunu bildirmektedir. Böylelikle laiklik, devrimin özü haline gelirken aynı zamanda kültürel, ulusal, dilsel ve tarihsel bir sorun boyutuna ulaşıyordu. Laiklik ilkesi uyarınca İslam’ın bertaraf edilmesi hedeflenmiyordu. Dinin siyasete alet edildiği ve bunun toplumun en gerici unsurlarınca yapıldığı tarihi vakaydı. Osmanlı döneminden beri dini siyasete alet ederek, durağanlaştırdıkları dinden kendilerine varlık alanı yaratmaya çalışan yobazlarla zamanın yöneticileri sıklıkla uğraşmak hatta çok şedit tedbirlere başvurmak zorunda kaldıkları bilinmekteydi.
O zaman din siyasetten mutlaka ayrılmalıydı. Birinci hedef buydu. İslam’a demokrasiyle, rejimle uyumlu hale gelecek yeni işlev yüklenmesi arayışları ikinci gayeydi. İslam, millî kültür ve toplumsal bütünleşme noktasında hep birleştirici temel faktör olarak kalacaktı ama eğitim, hukuk, devletin düzeni; tıpkı Batı’da olduğu gibi, dinin sahasından çıkartılacaktı. Tüm bunları hedefleyen bir kadronun ve liderin din düşmanı gösterilmesi, dinsizlikle suçlanması en basit bir tabirle, “mantıksızlık- haksızlık” olurdu. Ancak uygulamada görülen aksaklıklar, Laiklik ilkesinin uygulanmasına yönelik Batı’da yaşandığı gibi uzun düşünsel tartışmalar ve fikirler düzeyinin yaşanmaması ve halkın eğitimsizliği, bunun bazı eski rejim yanlılarınca kullanılması ile kimi Kemalist yöneticilerin aşırı sert-zamansız tedbirleri Laikliğin en tartışılan, en çok eleştirilen uygulamalardan biri haline dönüşmesini sağladı. Tarihi, dip çalkantıları bağlamında ve eleştirel pencereden irdeleyen Mardin, laikliği Atatürk’ün liderlik vasıflarını da hatırlatarak şöyle ortaya koyuyor:
“Olan şey, Mustafa Kemal’in varolmayan, farazi bir varlığı, Türk Milleti’ni ayağa kaldırarak ona hayat vermesiydi. Onun girişmiş olduğu projenin gerçek boyutlarını bize veren ve düşüncesinin ütopyacı niteliğini ortaya çıkaran, olmayan bir şey için sanki varmış gibi ve onu var etme yolundaki kabiliyetidir. Göreve başladığı sırada Türk milleti, ne ‘genel iradenin’ ve ne de millî bir kimliğin kaynağı olarak vardı. O, aşın ölçüde ihtiyatlı meslektaşlarından bir gelecek fikri ve bu fikri gerçekleştirmede taşıdığı arzu bakımından ayrılmaktaydı. ‘Millet’ ve ‘Batı Medeniyeti’, onun tasarısında gizli bir temel sağlayan iki şifre kelimeydi; bu stratejik noktadan değerlendirdiğimiz takdirde, onun dine yönelik tavrı tutarlılık gösterir. Atatürk’ün ideal bir toplum peşinde gösterdiği kararlılık, zamana ayak uydurmadaki büyük yeteneği ile çelişki teşkil etmez: Onun taktik çelişkilerini anlamlı kılan nokta, üzerinde dikkatini yoğunlaştırdığı taşandır.
Onun, istiklal hareketinin siyasi meşruiyet kaynağı olarak ‘Büyük Millet Meclisi’ kavramını kullanışında, siyasi dehasının ilk örneğini buluyoruz. Halife-Sultan, teorik olarak, İslam dünyasında en müessir gücü elinde tutan bir İslam topluluğunun -Osmanlı cemaatinin- önderi olmasından dolayı, iktidar kendisinde bırakılmıştı. Halife-Sultan makamını işgal eden kişi şimdi Müttefik Kuvvetleri’nin elinde esir durumunda olduğu için, artık hür bir vekil olarak hareket edememekteydi. Esas olarak imparatorluğun çeşitli dinî alt-gruplarına atfedilen fakat bu özel durumda İslam cemaati için kullanılan millet, meşruiyet kaynağı olarak, topluluğun hakimiyet haklarını yeniden oluşturabilecekti.”
Peki Cumhuriyet sonrasında özellikle Laiklik ve devrimler açısından nasıl bir yol izlendi? Sorunun cevabını, yine Mardin’den aktarıyoruz: “Bu hareketler için ne zaman mantıki bir sebep aransa, öne sürülen gerekçe ‘Muasır medeniyetin icapları’ idi. Bu, Mustafa Kemal’in 1920’lerde yaptığı birçok konuşmada izlenebilir. Bu mantığın en veciz ifadelerinden birisi, Cumhuriyet Halk Partisi’nin 1931 tüzüğünde yer almaktadır. Yeni rejim, başlangıcından itibaren Büyük Millet Meclisi içinde bir siyasi partiyi, Cumhuriyet Halk Partisi’ni kurmak suretiyle taraftar toplamıştı. Bu parti, sonunda, Cumhuriyet içindeki siyasi anlatımın yegane meşru organı ve yeni Cumhuriyet rejiminin resmi ideolojisinin büyük bir titizlikle oluşturulduğu bir merkez olarak ortaya çıktı. Partinin 1931 yılı tüzüğü, dinin ‘vicdani bir mesele’ olması dolayısıyla, devletin dinî hayat içinde hiçbir rol almaması durumu olarak tanımlanan ‘laiklik ilkesinin desteklendiğini belirtmekteydi.” Böylelikle genç Türkiye Cumhuriyeti’nin sağlam temeller üzerinde yükseltilmesi yolunda ideolojik bir karakter de kazanan Laiklik, devrimin temel unsurlarından birine dönüşüyordu. Laiklik, 1937’de CHP’nin diğer yol gösterici beş ilkeyle beraber Anayasa’ya sokulacaktı. Ancak, laik bir toplum oluşturulması çabalan 15 yılı aşkın bir zaman içinde adım adım gerçekleştirilmiştir. Atatürk’ün sözlerinden, laikliğin taşıdığı mana ise şöyle verilebilir:
“Bilirsiniz: Bizi yanlış yola sürükleyen kötüler, çoğu zaman din perdesine bürünmüşler, saf ve temiz halkımızı hep ‘şeriat’ sözleriyle aldatılagelmişlerdir… Dinimizin bizden istediklerini öğrenmemiz için şundan bundan ders almaya, şunun bunun akıl hocalığına ihtiyacımız yoktur. Atalarımızın, babalarımızın kucaklarında verdikleri dersler bize dinimizin ilkelerini anlatmaya yeter… Hangi şey akla, mantığa, ulusun yüksek çıkarların uygundur, biliniz ki o bizim dinimize uygun düşer.
Camilerin kutsal minberleri halkın dinle, ahlakla ilgili beslenme gerekçelerine en yüce, en verimli kaynaklardır. Bundan dolayı camilerin ve mescitlerin minberleri halkı aydınlatacak, ona yol gösterecek değerli konuşmaların kapsadıkları konuların halka açıklanmasını sağlamak yüce Dinişleri Bakanlığı’nın önemli bir görevidir. Minberlerden halkın anlayabileceği dile ruh ve dimağa seslenmekle müslümanların varlığı canlanır, dimağı arınır. İmanı güçlenir, yüreği cesaret bulur. Ancak buna göre büyük hatiplerin taşıması gereken bilimsel nitelikler, özel yetenekler ve dünyada olup bitenleri kavrama çok önemlidir. Bütün vaiz ve hatiplerin bu dileğe hizmet edebilecek yetiştirilmesine Din işleri Bakanlığı’nın çaba göstereceğini umarım.”
Ne var ki, bugün gelinen noktada gerek laik gerekse İslamcı kesimler Laiklik ilkesinin çok ötesine geçerek, olayı farklı boyutlarda tartışma yoluna girmişlerdir. Atatürk, Laikliği, “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” ve ulusun fertlerinin özgürleşmesi zaviyesinden değerlendirmişti. Oysa günümüzün laik kesiminin bir kısmı, dini toplumun her alanından dışlayarak, toplumun Mustafa Kemal’le problem yaşamayan önemli bir kesimini de hedef alır noktaya sürüklenmiştir. Atatürk, dini saf dışı bırakmayı değil, onu devlet yönetimi, eğitim konularından ayrıştırıp kendi varlık alanının efendisi yapmak istiyordu. Atatürk, “Din afyondur” savına da katılmıyordu. Din kendi alanında hala en geçer akçeydi ve İslam’ın kendisiyle, özüyle çatışmaya girmek Mustafa Kemal’in aklına bile gelmemişti. O yüzden, “Din afyondur. Sağ hareketler eninde sonunda hurafelerin eteğine yapışırlar, bu yüzden de sağ kesimden aydın çıkmaz” şeklindeki sözler Atatürkçülük’ten ziyade, bu sözleri söyleyenlerin ideolojik takıntılarını ortaya koymaktadır.
Öte yandan, Atatürk’ü sözüm ona din düşmanlığıyla suçlayan, dinin elden gittiğini savlayan İslamî kesim, hatanın çok daha büyük kısmını yüklenmiş durumdadır. Öncelikle Mustafa Kemal’in yukarıda açıklanan fikirlerini, hedeflerini değerlendirdikten sonra Türkiye Cumhuriyeti liderini hala “din düşmanlığı”yla suçlamanın iki nedeni olabilir. Birincisi okuduğunu anlamamak, ikincisi yalan ve karalamalarla dini açıkça siyasete alet etmek. Laikliği dinsizlik olarak algılayan bu kesim, dinin asıl özelliklerini kendi çıkarları doğrultusunda açıkça çarptırmaktan kaçınmadığı gibi, bütün insanların kendilerinin doğru kabul ettikleri yönde yaşamalarım dayatarak insanları baskı altına almak ister. Yaşar Nuri Öztürk, din adı altında sergilenen, pankartlara yazılıp, edebiyatı yapılan bu taleplerin Kuran’dan esinlenerek alınmadığını kaydetmektedir. Yine Öztürk’e göre Kuran’ı değil gelenekleri kutsallaştırarak yaratılmak istenen bu hurafeler dininden kaçınılmalıdır.
DEVRİMCİLİK
Devrimcilik, Mustafa Kemal’in mücadele sisteminin, hedeflerinin özünü kapsar. Bu ilkelerin gelecekte de sürdürülmesini ve geliştirilmesini sağlar. Burada ilim, ilmi aramak kilit rol oynar. İlim gerçeği bulma yolunda sistematik bir eleştirelliği, kuşkuculuğu beraberinde getirir. Toplum ve devletin örgütleri çağın gerisine düşmemeli, kendisini sürekli yineleyebilmelidir. Statik bir cemiyetin kurulmasına karşı çıkan Devrimcilik ilkesi, durmaksızın bilimin, yeniliğin peşinde koşmanın, çağa ulaşmanın motor gücünü içinde taşır. Gericiliğe set çeker, yönetim örgütlerinin durağanlaşmasını önleyip, Türk ulusunun ufuklarını açar. Atatürk ilkelerine ve Devrimcilik ilkesine karşı çıkanları şöyle uyarır:
“Eğer onlara karşı benim şahsımda birşey anlatmak isterseniz, derim ki, ben şahsen onların düşmanıyım. Onların olumsuz yönde atacakları bir adım, yalnız benim şahsi gayeme değil, o adım benim milletimin hayatıyla alakadar, o adım benim milletimin hayatına bir kasıl, o adım benim milletimin kalbine havale edilmiş zehirli bir hançerdir. Benim ve benimle aynı düşüncede olan arkadaşlarımın yapacağı şey mutlaka ve mutlaka o adımı atanı tepelemektir. Sizlere bunun da fevkinde bir söz söyleyeyim. Farzı muhal eğer bunu sağlayacak kanunlar olmazsa, bunu temin edecek meclis bulunmazsa, öyle menfi adım atanlar karşısında herkes çekilse ve ben yalnız kalsam, yine tepeler ve yine öldürürüm.”
Atatürk’e göre Devrimcilik, ihtilalden öteye geçen bir mana içeriyordu. Dünya gereklerinden doğan ihtiyaçların karşılanması yolunda yönetim biçimi, yasalar ve hemen her alanda alınacak kararlar Devrimcilik ilkesi sayesinde hayata geçirilecek, topluma benimsetilecekti. Türk halkı uygar bir halktı ama bazı devletler, özellikle Batı, bu uygarlığı tanımakta güçlük çekiyor, ayak diretiyordu.
Devrimcilik ilkesi, Türk ulusunun uygarlık sınavını nasıl verdiğini ortaya koyacak ve haklılığını tüm dünyada tanıtlayacak metodun adıydı. Kapsayıcı bir bütünlülüktü. Çağdaş uygarlığın Türkler’in çok dışında, çok yabancısı olmadıkları, uygulanan devrimler sayesinde dostça ve düşmanca anlaşılacaktı. Atatürk’ün Devrimcilik ilkesi; maceraları, sadece teoride kalan nazariyeleri, süslü lafları kapsamazdı. Devrimcilik yaşanan , içinde geçilen hayli güç süreçte toplumun önüne dikilen engelleri nasıl kaldırdığının örneği, mücadele metodunun adıydı.
Kaynak: Baran Dural, Atatürk’ün Liderlik Sırları
Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi
Ey Türk Gençliği!
Birinci vazifen, Türk istiklalini, Türk cumhuriyetini, ilelebet mufafaza ve müdafaa etmektir.
Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegane temeli budur. Bu temel, senin, en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi, seni, bu hazineden mahrum etmek isteyecek dahili ve harici, bedhahların olacaktır. Bir gün, İstiklal ve Cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için içinde bulunacağın vaziyetin imkan ve şeraitini düşünmeyeceksin! Bu imkan ve şerait, çok namüsait bir mahiyete tezahür edebilir. İstiklal ve Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler.
Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri şahsi menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler; millet, fakrü zaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir.
Ey Türk istikbalinin evladı! İşte; bu ahval ve şerait içinde dahi, vazifen Türk İstiklal ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur.
Onuncu Yıl Nutku
Bugün Cumhuriyetimizin onuncu yılını doldurduğu, en büyük bayramdır.
Kutlu Olsun.
Bu anda, büyük Türk milletinin bir ferdi olarak, bu kutlu güne kavuşmanın, en derin sevinci ve heyecanı içindeyim.
Az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, temeli Türk kahramanlığı ve yüksek türk kültürü olan, Türkiye Cumhuriyetidir.
Bundaki muvaffakiyeti Türk milletinin ve onun değerli ordusunun bir ve beraber olarak azimkarane yürümesine borçluyuz. Fakat yaptıklarımızı asla kafi görmeyiz. Çünkü daha çok ve daha büyük işler yapmak mecburiyetinde ve azmindeyiz. Yurdumuzu dünyanın en mamur ve en medeni memleketleri seviyesine çıkaracağız. Milletimizi en geniş refah vasıta ve kaynaklarına sahip kılacağız. Milli kültürümüzü, muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız.
Bunun için bize zaman ölçüsü, geçmiş asırların gevşetici zihniyetine göre değil, asrımızın sürat ve hareket mefhumuna göre düşünülmelidir.
Geçen zamana nispetle, daha çok çalışacağız. Daha az zamanda, daha büyük işler başaracağız. Bunda da muvaffak olacağımıza şüphem yoktur. Çünkü Türk milletinin karakteri yüksektir.Türk milleti çalışkandır.Türk milleti zekidir. Çünkü, Türk milleti, milli birlik ve beraberlikte güçlükleri yenmesini bilir. Ve çünkü, Türk milletinin elinde ve kafasında tuttuğu meşale, müsbet ilimdir.
Şunu da ehemniyetle tebarüz ettirmeliyim ki, yüksek bir insan cemiyeti olan Türk milletinin tarihi vasfı da, güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir. Bunun içindir ki milletimizin yüksek karakterini, yorulmaz çalışkanlığını zekasını, ilme bağlılığını, güzel sanatlara sevgisini, milli birlik duygusunu mütemadiyen ve her türlü vasıta ve tedbirlerle besliyerek inkişaf ettirmek, milli ülkümüzdür.
Türk milletine çok yakışan bu ülkü, onu, bütün beşeriyette hakiki huzurun temini yolunda, kendine düşen medeni vazifeyi yapmakta, muvaffak kalacaktır.
Büyük Türk milleti, on beş yıldan beri giriştiğimiz işlerde muvaffakiyet vaadeden çok sözlerimi işittin. Bahtiyarım ki, bu sözlerimin hiçbirinde, milletimin hakkımdaki itimadını sarsacak bir isabetsizliğe uğramadım.
Bugün, aynı iman ve katiyetle söylüyorum ki, milli ülküye tam bir bütünlükte yürümekte olan Türk milletinin, büyük millet olduğunu bütün medeni alem, az zamanda, bir kere daha tanıyacaktır. Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, bundan sonraki inkişafı ile, atinin yüksek medeniyet ufkundan, yeni bir güneş gibi doğacaktır.
Türk milleti;
Ebediyete akıp giden her on senede, bu büyük millet bayramını, daha büyük şereflerle, saadetlerle, huzur ve refah içinde kutlamanı gönülden dilerim.
NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE
MUSTAFA KEMAL ATATÜRK ‘ ÜN ANILARI
İZMİR SUİKASTI
İzmir’de hazırlanan o alçakça suikastın sonuçsuz kalmasından sonra bir gün bize bu olayı anlatmıştı:
-“Ziya Hurşit’in beni öldürmeye memur ettiği iki zavallı vardı. Sorguları yapıldıktan sonra bunların birisini yanıma çağırdım. Odada kimse yoktu.”
Kendisine sordum:
-“Sen Mustafa Kemal’i öldürecekmişsin, öyle mi?”
-“Evet” dedi. Ben yine sordum:
-“Mustafa Kemal ne yapmıştı ki onu öldürecektin?”
-“Fena bir adammış o. Memlekete çok fenalık yapmış. Sonra bize onu öldürmek için para da vereceklerdi.”
-“Sen Mustafa Kemal’i tanıyor musun?”
-“Hayır.”
-“O halde tanımadığın bir adamı nasıl öldürecektin?”
-“Geçerken işaret edecekler, Mustafa Kemal işte budur, diyeceklerdi.”
-“Bizde öldürecektik.”
O zaman cebimdeki tabancayı çıkararak kendisine uzattım:
-“Mustafa Kemal benim, haydi al eline tabancayı, öldür”, dedim.
Adam benden bu karşılığı alınca yıldırımla vurulmuş gibi oldu. Bir süre şaşkın şaşkın yüzüme baktıktan sonra diz üstü kapanarak hüngür hüngür ağlamaya başladı.
Yahya Galip KARGI
Kaynak: Yücel Dergisi, 1948
ASKERLE GÜREŞ
Bir gezisinde, Kolordu binasının kapısında aslan yapılı bir Mehmetçik gördü. Çağırdı ve güler yüzle sordu:
– Sen güreş bilir misin? Yanındakilerden en kuvvetli görünenlerle Mehmetçiği güreştirdi. Genç asker her zaman üstün geliyordu. Çok neşelendi, ayağa fırladı.
Ceketini çıkarıp Mehmet’e ense tuttu:
– Haydi, bir de benimle güreş! Katıksız ve temiz Anadolu çocuğu Ata’sının yüzüne hayranlıkla baktı:
– “Atam,” dedi. “Senin sırtını yedi düvel yere getiremedi. Bir Mehmet mi bu işi başarır?”
Gözleri doldu ve ağlamamak için gülmeye çalıştı.
Tahsin UZER
Kaynak: Millet Dergisi, 1946
YANINA ALDIĞI İLK ER
O, Samsun’a çıktığı zaman, üstü başı yırtık, postalları patlamış, silahsız bir er gördü. Yüzünün rengi bakıra dönmüş, yağlan eriyip kemik ve sinir kalmış bu Türk askeri ağlıyordu. O’na sordu:
– Asker ağlamaz arkadaş, sen ne ağlıyorsun?
Er irkildi, başını kaldırdı. Bu sesi tanıyordu ve bu yüz ona yabancı değildi. Hemen doğruldu ve Anafartalar’daki Komutanını çelik yay gibi selamladı.
– Söyle niçin ağlıyorsun?
İç Anadolu’nun yanık yürekli çocuğu içini çekti:
– Düşman memleketi bastı, hükümet beni terhis etti. Silahımızı elimizden aldı. Toprağıma giren düşmanı ne ile öldüreceğim? Kemal Atatürk, er’in omzuna elini koydu:
– Üzülme çocuğum, dedi. Gel benimle!
Ve Samsun deposunda giydirilip silahlandırarak yanına aldığı ilk er bu Mehmetçik oldu.
Burhan Cahit MORKAYA
YANINA ALDIĞI İLK ER
17 Mart 1923 Tarsus:
Mustafa Kemal İstasyon’dan şehre doğru, bir süre yaya olarak yürüdü. O’nu görmek için sabahtan itibaren yolları dolduran Tarsusluların arasından neşe ile selamlar vererek, ilerledi. O sırada ansızın bir olayla karşılaştı.
Milli Mücadele’deki çete giysili bir kadın, Atatürk’ün yolunu keserek ayağına kapandı. Gözyaşlarıyla şöyle haykırıyordu:
– “Bastığın toprağa kurban olayım Paşam!”
Mustafa Kemal onu yerden kaldırmak için eğilirken kulağına bu kadının Kurtuluş Savaşında cephelerde çarpışmış olan (Adile Çavuş) olduğunu fısıldadılar.
Gözlerinden iki damla yaş düşen Mustafa Kemal, bu güneşten yüzü yanmış kadının elinden tutup ayağa kaldırdı ve ona şöyle seslendi:
– “Kahraman Türk kadını! Sen yerlerde sürünmeye değil, omuzlar üzerinde yükselmeye layıksın.”
Taha TOROS
İNANMAYANLAR DA HAKLIYDILAR
Mustafa Kemal realist bir liderdi. Lekelemelerin politika kadrosunu nasıl daraltacağını ve kendisini bir avuç partizan takımı elinde bırakacağını düşünerek, açıkça bir suç işlemiş olanlar dışında yalnız kişisel değerlere saygı gösterdi. Sicil yoklamalarına rağbet etmedi. Bir gün bana:
– Kuva-yı Milliye’ye inanmayanlar da inananlar kadar haklı idiler, demişti.
Falih Rıfkı ATAY
Kaynak: Falif Rıfkı Atay – Mustafa Kemal, Mütareke Defteri, 1955
ARI’DA ATATÜRK
Atatürk: “Öğretmenler, yeni nesil sizin eseriniz olacaktır.” sözünden hareketle Arı Okullarında Atatürkçülük konusu zümrelerimizce işlenmektedir:
TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI ZÜMRESİ
Türki Milli Eğitiminin amaçları arasında Atatürkçülük konusu yer almaktadır. Türk Dili ve Edebiyatı zümresince Arı Okullarında Atatürkçülük de bu amaçlar doğrultusunda işlenmektedir. Dil ve Anlatım derslerinde Atatürk’ün Türk diline verdiği önem vurgulanmaktadır. Atatürk bir konuşmasında şöyle demiştir: “Öyle istiyorum ki, Türk Dili bilim yöntemleriyle kurallarını ortaya koysun ve her dalda yazı yazanlar, bütün terimleriyle çoğunluğun anlayabileceği güzel, ahenkli dilimizi kullansınlar.” Türk Dili ve Edebiyatı Zümresi bu doğrultuda öğrencilerinin okul ve iş hayatlarında dillerini daha iyi kullanmaları ve dil bilinçlerini kaybetmemeleri adına çalışmalarını yürütmektedir. Edebiyatımızın klasik eserlerini de öğrencilerine okutarak dilin kullanım inceliklerini kazanmalarını sağlamaktadır.
Atatürk’ün dil konusundaki diğer düşünceleri de şu şekildedir: “Toplumları millet haline getiren en önemli unsur dildir. Dil, duygu ve düşünceyi insana aktaran bir vasıta olduğu gibi, insan topluluklarının bir yığın ve kitle olmaktan kurtaran, aralarında “duygu ve düşünce birliği” olan bir cemiyet yani ‘millet’ haline getiren en önemli kültürel değerdir. Ayrıca dil, kültürün temeli olduğu gibi taşıyıcısıdır da… Dili yok ettiğiniz takdirde milli ruh ve kültür diye bir şey kalmaz. Bu sebeple dili korumak, koruyucu tedbirler almak önemlidir. Özellikle 9. sınıfta dilin taşıyıcılığı üzerinde öğrencilerle konuşulmakta ve Atatürk’ün bu konuda da sahip olduğu bilgiler öğrencilerle paylaşılmaktadır.
Türk Dili ve Edebiyatı dersleri Türk eğitim ve öğretim sisteminin temel taşlarından birisidir. Bir milletin duyuş ve düşünüşü, estetik anlayışı, yaşama bakışı en somut şekliyle edebiyatta ifadesini bulur. Edebiyat, kendisini oluşturan sanat adamları, düşünürler ve önderler vasıtasıyla nesillere aktarılır ve topluma biçim verir.
Atatürk’ün her türüyle üzerinde durduğu bir sanat dalı da edebiyattır. Atatürk Edebiyatın tanımını şu şekilde yapmaktadır: “Söz ve manayı, yani insan dimağında yer eden her türlü bilgiyi ve insan karakterinin en büyük duygularını, bunlar dinleyenleri veya okuyanları çok alakalı kılacak surette söylemek ve yazmak sanatıdır. Bugün içindir ki edebiyat, ister nesil halinde olsun, ister nazım şeklinde olsun, tıpkı resim gibi, heykeltıraşlık gibi, bilhassa musiki gibi, güzel sanatlardan sayılmaktadır.” Edebiyat Zümresi Atatürk’ün bu sözlerini de iyi yorumlamakta ve öğrencilerinin de yorumlamasını sağlamaktadır.
Ders kitaplarında yer alan Atatürkçülük temalı okuma parçaları bütün yıla dağıtılarak Dil Anlatım ve Edebiyat derslerinde işlenmektedir. Ders dışında da yine Atatürk’ü konu alan kitapların okunması sağlanmaktadır. Atatürk’le ilgili hafta ve günlerde de Atatürkçülük özenle işlenmektedir.
Türk ulusunun sahip olduğu değerlere verdiği önemi ve bu uğurda gösterdiği kahramanlıkları; ulusumuzun, çağdaş milletler düzeyine çıkmasında birlik ve beraberliğin önemini; Atatürk’ün güzel sanatlara ve dilimizin sadeleştirilmesi, korunmasına yönelik düşüncelerini; Türk zekâsını açmak, doğuştan gelen yetenekleri doğrultusunda onu Atatürkçü sistemine göre geliştirme zümremiz tarafından amaçlanmıştır.
Hoşgörü, barış ve sevgi dolu bir yaşam için çağdaşlaşma yolunda en önemli gelişmeleri Atatürk ilkeleriyle takip edilmekte ve derslerde işlenmektedir. Dil ve Anlatım, Türk Edebiyatı derslerinin müfredatlarında yer alan aşağıdaki konulara da yer verilmektedir.
Atatürk’ün gençliğe verdiği önem, Atatürk’ün kişisel özellikleri, Atatürk’ün düşünce hayatı, Atatürk’ün eğitim anlayışı.
SOSYAL BİLİMLER ZÜMRESİ
“Tarih, Coğrafya, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi ile Felsefe Grubu derslerinden oluşan zümremizin Atatürkçülük konusundaki temel amacı; süratle değişerek karmaşık hale gelen yurt ve dünya sorunları karşısında, ihtiyaç duyulan gerekli bilgi ve anlayışın, olumlu davranışların kazandırılmasında ve geliştirilmesinde başlıca kaynağın ATATÜRKÇÜLÜK olduğunun kavratılmasıdır.
Ayrıca, konularımıza paralel olarak Atatürk’ün birleştirici ve bütünleştirici gücüyle ve onun önderliğinde Türk ulusunun bir vücut halinde en modern silahlara karşı giriştiği milli mücadeleyi destanî bir kahramanlıkla kazandığı önemle vurgulanır. Atatürk’ün eşsiz inkılâbının getirdiği yenilikler ve değişiklikler işlenirken; yeni kurum ve organlar ile yaşama düzeninin, biçim yönüyle bağlayıcı, donmuş bir kalıp ve dogma olmayıp, Türk Milletinin yapısı ve karakterine göre geliştirici, dinamik nitelikler taşıdığı vurgulanır. Tarihin kanla çizdiği anayurdumuzda yaşayan ve aynı ülkelere bağlı, kaderde, kıvançta, tasada ortak yurttaşların Türk Milletini oluşturduğu vurgulanır.
Laiklik ilkesinde, (Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinde) bu kavramın dinsizlik olmadığı belirtilerek Atatürk’ün İslam Dinine olan saygısı kendi sözleriyle açıklanarak onun esas itibariyle tutuculuk ve gericilik, yobazlık ve hurafelere, safsatalara ve din istismarcılığına karşı olduğu vurgulanır.,
Devletçilik ilkesinde (Felsefe grubu ve Tarih derslerine) bu ilkenin, sosyalist ve komünist ülkelerin uyguladığı ekonomik sistemlerden farklılığı ve Türkiye’nin şartlarına göre düşünülmüş çağdaş bir özellik taşıdığı belirtilerek uygulamada alınan başarılı sonuçlar vurgulanır.
Atatürk’ün en büyük eseri Cumhuriyet rejiminin yapısındaki milli egemenlik ve demokratik yönetimin değeri kavratılırken yapılan telkinlerle özellikle milli bütünlüğü korumak, demokrasiyi üstün tutmak ve ilerletmek bilincinin kazandırılmasına özen gösterilir. (Tarih ve Coğrafya derslerinde)
Son söz olarak; Atatürk’e Türk inkılâbını ve onun ilkelerine yürekten bağlı, bunların inançlı savunucu olma bilincini kazandırmak, günümüzün ve geleceğin sorunlarına Atatürkçü bir yaklaşımla çözümler getirilebilecek tutum ve davranışlar kazandırmak nihai hedefimizdir.
Atatürk’ün her zaman sevgi ile anılacak ve bağlanılacak ölümsüz bir lider olduğu düşüncesi işlediğimiz her dersimizde öğrencilerimizin hafızalarına silinmemek üzere sosyal bilimler öğretmenleri tarafından kodlanır.Arı Fen Lisesi’nde araştırmacı ruhu pekiştirilen, öğrenmeyi öğrenen, kendini tanıyan, özgüvene ve özdenetime sahip, Atatürk ilke ve devrimlerinin ışığında yürüyen, sosyal, kültürel ve sportif yönü geliştirilmiş, geleceğin çok yönlü bilim adamları yetiştirilmektedir.
MATEMATİK ZÜMRESİ
“… Rüştiyede en çok matematiğe merak sardım. Az zamanda bize bu dersi veren öğretmen kadar belki de daha fazla bilgi edindim. Derslerin üstündeki sorularla uğraşıyordum, yazılı sorular düzenliyordum. Matematik öğretmeni de yazılı olarak cevap veriyordu. Öğretmenimin ismi Mustafa idi, bir gün bana dedi ki: -“Oğlum senin de ismin Mustafa benim de. Bu, böyle olmayacak, arada bir fark bulunmalı. Bundan sonra adın Mustafa Kemal olsun.” O zamandan beri ismim gerçekten Mustafa Kemal oldu.”
Sizce sadece bu mudur yüce öner Mustafa Kemal ATATÜRK’ün Matematikle olan bağı?
O, her hamlesinden önce elindeki veriler ışığında kendine bir yol çizerek sonuca emin adımlarla giden, akılcı yaklaşımların, davranışlarının ana hattını oluşturduğu, tahmin yerine gerçeklerle hüküm veren bir liderdir. Matematiğin şablonunu oluşturan bu veri-sonuç ilişkileri ile realizm, Ata’mızın hayatında Matematikle olan bağının, sadece ikinci adının konmasından ibaret olmadığını göstermektedir.
Düşünün ki bir lider; savaştan çıkmış koca bir ülkeyi, hem ulusal hem uluslar arası bazda iyi bir yere taşıdıktan sonra, ilk fırsatında ülkenin geleceğini yakından etkileyen ve Arapça terimlerle dolu olan Matematiğe sarılmış ve anlaşılabilir hale getirmek için, ölümünden önceki bir buçuk yıl içerisinde kendi elleriyle “Geometri” isimli kitabını yazmıştır.
Hanginiz cevaplayabilir “Müsellesin sathı yatalay, dikeley zarbının müsavatına müsavidir.” in ne demek olduğunu
Sizin yerinize o cevaplamıştı bile: “Üçgenin alanı, tabanı ile yüksekliğinin çarpımının yarısına eşittir.”
Teşekkürler ATAM…
FEN BİLİMLERİ ZÜMRESİ
Fen Bilimleri derslerinde bilim ve bilimsel düşünceyi ön plana alan, en gerçek yol gösterici olarak bilimi kabul eden Atatürk’ün;
“Dünyada her şey için, medeniyet için, hayat için, muvaffakiyet için en hakiki mürşit ilimdir, fendir.”
“Bilim ve teknik için sınır yoktur.”
“Hakiki rehberimiz ilim ve fen olacaktır.”
“Çağdaş bir topluma ancak bilim ve sanata değer verilerek ulaşılır.” gibi görüşlerine yer verilmektedir.
Atatürk’ün bilim ile uygarlık arasında yakın ilişki kurduğu, medeniyet ve ilerlemenin ilim ve fenle, bilimde bütünleşerek olacağı üzerinde durulmaktadır.
Derslerimizde gözlemleme, düşünme, güvenilir ve geçerli neden-sonuç bağlantıları kurma, sorgulama, yorumlama, yapıcı ve yaratıcı olma; çalışkan, insan sevgisi olan, hoşgörülü bireyler olarak yetiştirmelerine özen gösterilmektedir.
Atatürk’ün “Memleketi ve milleti kurtarmaya çalışanların, aynı zamanda mesleklerinde birer namuslu uzman ve birer bilim adamı olmaları lazımdır.” görüşleriyle bilimsel düşünmenin önemine, bilim ve teknolojide ileri ve başarılı olmanın gereği üzerinde durulmaktadır.
Bilgiyi kalıcı, işe yarar, kullanılabilir şekilde öğrenmeleri için laboratuvar çalışmalarına önem verilmekte, öğrencilerimiz proje çalışmalarıyla desteklenmektedir.
İNGİLİZCE ZÜMRESİ
Özel Arı Anadolu Lisesi ve Fen Lisesi olarak, İngilizce derslerimizde, Atatürk haftası ile ilgili aşağıdaki çalışmalar yapılmaktadır.
1)”Atatürk bugün yaşasaydı” konulu İngilizce kompozisyon yarışması düzenlenmekte, seçilen öğrenci kompozisyonları okul panolarında sergilenmektedir.
2)Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’nin, İngilizceye çevrilmiş şekli üzerinde okuma-anlama çalışmaları yapılmaktadır.
3)Atatürk ve İnkılâplarıyla ilgili görsel belgeler üzerinde sınıf seviyesine göre çalışmalar yapılmaktadır. Atatürk’le ilgili çeşitli belgesel filmler izletilmekte, seviye gruplarına göre çalışma yaprakları hazırlanmaktadır.
4)Atatürk hakkında diğer bazı devlet büyüklerinin düşünce ve sözlerinin orijinalleri üzerinde öğrencilerle çalışılmaktadır.
5)Alt sınıflardan itibaren öğretilecek cümle kalıplarında Atatürk’ün hayatıyla ilgili bilgiler de günlük planlarda yer alarak sınıf içinde kullanılmaktadır.